Kapitalizm uzun zamandır ilerici bir rol oynamayı bıraktı ve uzun zaman önce işçi sınıfı tarafından yıkılmalıydı. Ama bu neden hala olmadı? Bu soruyu cevaplamanın anahtarı, devrimci süreçlerde liderliğin ve devrimci partinin rolünde yatmaktadır.
2020 yılı dünyanın altını üstüne getirdi. Covid-19 kapitalizmin iflasını bariz olarak ortaya çıkardı. "Hepimiz aynı gemideyiz" sözünün ne kadar içi boş bir safsata olduğu ortaya çıktı. Tüm dünyada, kâra olan ilgi halkın ihtiyaçlarının üzerinde yer almıştır. Milyonlar işsizken, zenginler şimdi her zamankinden daha zengin. Tüm o gurur duyulan iskambilden kuleler yıkıldı. İnsanlık tarihinin en zengin ülkesi ABD’de milyonlarca insan açlıkla boğuşuyor.
2008 krizinin patlak vermesinin üzerinden geçen yıllar birçok kişi için kayıp bir on yıl olsa da, Covid-19'un tetiklediği ekonomik kriz sayısız insanın hayatına daha da ağır bir darbe vurdu. 2008'deki son krizden bu yana kamu hizmetleri kesildi, reel ücretler en iyi ihtimalle durgunlaştı ve bugünün gençleri İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ebeveynlerinin neslinden daha fakir olan ilk nesil.
Sosyalist fikirlere olan ilginin tekrar artmaya başlaması tam da bu yüzden bir rastlantı değildir. İsminden de anlayabileceğiniz gibi komünizm düşmanı olan "Komünizm Mağdurları Vakfı" (The Victims of Communism Foundation), 2020'de bir çalışma yayınladı: ABD'de 16-23 yaşındakilerin (Z Kuşağı) yüzde 49'u sosyalizm konusunda olumlu bir görüşe sahip (2019'da sadece yüzde 40'tı). Yaşı ne olursa olsun, bu olumlu görüş Amerikalılar için yüzde 36'dan 40'a yükseldi. Bu kadar güçlü bir komünizm karşıtı geleneğe sahip olan ABD'de, Z Kuşağı'nın yüzde 18'i komünizmin kapitalizmden daha adil bir sistem olduğunu düşünüyor!
Bu sayılar ilk başta düşündüğünüz kadar şaşırtıcı değil. Özellikle genç nesil şimdiye kadar kemer sıkma, kötüleşen yaşam standartları, terörizm, emperyalist müdahaleler ve çevre tahribatından başka bir şey yaşamadı. Kapitalizmin 1960'lar ve 1970'lerle ilişkili altın çağı geçmişte kaldı. Bu nedenle her zamankinden daha fazla insan kapitalizmin devrimci bir şekilde yıkılmasını istiyor.
Koşullar olgunlaştı
Gerçek şu ki, kapitalist sistem uzun zamandır insan toplumunun gelişimini yavaşlatıyor. Bunun nedeni kesinlikle aşırı bolluğa (herkes için bolca üretebilmeye) dayalı sosyalist bir toplum inşa etmenin nesnel koşullarının oluşmaması değildir. Ekonomik açıdan bakıldığında, insan ihtiyaçlarının karşılanması için tüm koşullar şüphesiz karşılanmaktadır. Tüm dünya nüfusunu beslemek için gerekli imkanlara sahibiz. Tüm temel malları doğa ile uyumlu bir şekilde üretecek teknoloji ve bilgi birikimimiz var. Amazon ve Walmart gibi büyük şirketler, malların üretimini ve dağıtımını küresel olarak ele almanın mümkün olduğunu göstermektedir. Zor ve tehlikeli işlerin çoğu makineler tarafından yapılabilir.
Marx, kapitalist sistemin işçi sınıfını - tüm binaları inşa eden, gerekli tüketim mallarını üreten, tüm mal ve hizmetleri üreten sınıfı- kendi bağrından yaratarak "kendi mezar kazıcılarını yarattığını" açıkladı. Sosyalizmin sadece birkaç kişinin ortaya attığı iyi niyetli bir fikir olmadığını, işçi sınıfıyla birlikte üretim araçlarını kontrol ederek sosyalist bir toplum inşa edebilecek bir toplumsal güç olduğunu da gösterdi. Marx, bu sınıfın kendini örgütlemesi gerektiğini, çünkü ancak bu şekilde bankaların, şirketlerin ve burjuva devletinin direnişine karşı galip gelebileceğini savundu. Bugün, Marx'ın zamanından farklı olarak, bu sınıf toplumun ezici çoğunluğunu temsil ediyor. Kapitalizmi devirmeye kararlı olarak harekete geçtikten sonra, onu durdurabilecek bir güç yoktur.
Peki,i işçi sınıfı neden kapitalist sistemi henüz bir devrimle devirmedi?
Suç işçilerde mi?
Lenin ile birlikte Rus Devrimi'nin en önemli lideri Leon Trotsky, ölümünden kısa bir süre önce "Sınıf, Parti ve Liderlik – İspanyol Proletaryası Neden Yenildi?" başlıklı harika bir makale yazdı.
Başlıktan da anlaşılacağı gibi, metin 1931-39 İspanyol Devrimi ve yenilgisinin nedenlerini ele alıyor. Bu devrimin bazı detaylarını daha sonra ayrıntılı olarak tartışacağız. Bu noktada, İspanyol işçi sınıfının, çok sayıda ayaklanmaya, işçilerin fabrikaların kontrolünü ele geçirmeye yönelik spontane girişimlerine ve köylülüğün ülkeyi kollektivize etme girişimlerine, güçlü sendikaların varlığına ve etkileyici bir mücadele geleneğine rağmen iktidarı ele geçiremediği söylenmelidir. 1939'da Franco yönetiminde 1970'lere kadar süren faşist bir rejim kuruldu.
Trotsky bu metinde (suikastından önce tamamlayamadığı) tüm yalınlığıyla, bu tür devrimci yenilgilerin nedenlerini ve ileride oluşacak zaferlere nasıl hazırlanılabileceği konusunda zengin dersler verdi. Bu metin tüm sosyalistler için okunması zorunlu bir yazıdır.
"Sınıf, Parti ve Liderlik", "Que faire?" adlı küçük, görünürde Marksist bir dergiye karşı yapılan polemikle açılıyor. Que faire, kendi kaleme aldığı makalede İspanyol Devrimi'nin işçi sınıfının "olgunlaşmamışlığı" nedeniyle yenilginin gerçekleştiğini söylüyor. Onlara göre İspanyol Devrimi başarısız olduysa, hata kitlelerin kendisinde aranmalıdır.
Günümüz işçi hareketinde kitleleri suçlamak çok yaygındır. Nitekim, soldaki pek çok kişi kapitalizmin hala işçi sınıfı tarafından yıkılamamasında yine işçi sınıfının kendisini suçlu olarak görüyor.
İşçi sınıfı güya dünyayı değiştiremeyecek kadar "zayıf". Bazı solcular 2000'li yıllardaki Venezuela devriminin başarıyla tamamlanamamasını böyle açıkladılar. 2002 darbe girişimi sırasındaki tarihi halk seferberliğine rağmen, işçilerin fabrikaların kontrolünü ele geçirmelerine ve 2019'da daha fazla darbe girişimini engellemelerine rağmen, Venezuela işçi sınıfının çok zayıf olduğunu iddia eden insanlar hala var.
Örneğin, iktidardaki PSUV partisinin önde gelen üyelerinden Jesús Farías şunları açıkladı: "Ülkedeki sosyalist inşanın daha hızlı gelişmesinin önündeki en büyük engellerden birinin işçi sınıfının örgütsel, siyasi ve ideolojik zayıflığı olduğunu en ufak bir şüpheye yer vermeden belirtebiliriz. Bugün Venezuela’daki işçi sınıfı toplumsal ilerlemenin itici gücü rolünü oynamaktan acizdir."
2015'teki Syriza hükümetinin eski maliye bakanı Yanis Varoufakis de bu argümanı savunuyor. 2013'te kaleme aldığı "Dengesiz Bir Marksistin İtirafı" başlıklı bir makalede, Avrupa'daki krizin "ilerici bir alternatif değil, radikal bir şekilde geriye dönük güçler doğurduğunu" komik bir şekilde açıkladı. Bunu, Yunan işçi sınıfının 2008'den bu yana yaklaşık 30 genel grev organize etmesinden sonra yazdı! İşçi sınıfına hiçbir güven duymadan ve buradan sadece “gerileme” çıkacağını düşünerek, tek seçeneğin "kapitalizmi kendisinden kurtarmak" için "sağ ve muhafazakar partiler de dahil olmak üzere" geniş bir koalisyon kurmak olduğunu iddia etti.
Birçok gazeteci, aydın ve sol görüşlü ünlüler, işçi sınıfının değişim istemediğini ve "sol" bir program için hevesli olmadığını söylüyor. Örneğin, Büyük Britanyalı tanınmış sol gazeteci Paul Mason.
İngiltere'de, kendisini sosyalist olarak tanımlayan Jeremy Corbyn'in 2015'te parti lideri seçilmesi ile yüz binlerce kişi büyük bir coşkuyla İşçi Partisi'ne katıldı. İşçi Partisi'nin 2019'daki seçim yenilgisinden sonra Corbyn liderlik görevinden istifa etti. Sonuç olarak, partideki sağcı kanadın temsilcisi Keir Starmer tekrar dümene geçti ve derhal partiyi solculardan temizlemenin kirli planlarını yapmaya başladı.
Mason, Corbyn'in yenilgisinden sonra "sol bir programın belirli bölümlerinin" İngiltere'deki "geleneksel işçi sınıfını caydıracağını" savundu. Sınırları göçmenlere açmanın, insan haklarını savunmanın, uluslararası refah politikalarının ve hepsinden öte anti-militarizm ve anti-emperyalizmin ne kadar korkunç şeyler olduğunu söyledi! "Değişimden korkan seçmene umuttan ve ilerlemeden bahsetmenin yararı olur mu?” diye de ekliyor.
O zaman sorun, işçi sınıfının sözde değişim istememesi – hatta değişimden korkmasıdır. Mantıken Mason, İngiliz İşçi Partisi'nin ılımlı sağcı lideri Keir Starmer'ı da desteklerdi. Mason, işçi sınıfının toplumu değiştiren bir güç olarak yeteneğine olan tüm güvenini kaybetmiştir- tabii bu konuda hiç güveni oldu mu onu da bilmiyoruz.
Tüm bu insanlar, işçilerin toplumu değiştirme isteğinin olmadığını ya da böyle bir yeteneklerinin olmadığını söylüyor.
Bu fikirler, bu insanların işçi sınıfının bir devrim gerçekleştirme, toplumu değiştirme ve onu yönetme yeteneğine güvenmediklerini gösteriyor. Bu fikirler çeşitli gazeteciler, liberaller ve akademisyenler tarafından yayılmakla birlikte sendikal bürokrasi aracılığıyla emek hareketine de sızma yolunu bulmuşlardır. Aslında işçileri yönlendirmek için seçilen sendika liderleri, "mücadele etmek istemedikleri" iddiasıyla bu işçileri suçluyorlar.
Liderlik Krizi
Marksistler bu argümanlara nasıl yanıt veriyor? İşçi sınıfı kapitalizmi neden henüz devirmedi?
Marksistler için tüm bu argümanların başlangıç noktası, işçi sınıfının toplumu değiştirme mücadelesindeki merkezi rolüdür. Marksistlerin, işçi sınıfına tepeden bakan aydınların karamsarlığı ve alaycılığıyla hiçbir ortak noktası yoktur. Son 100 yılda sayısız kez, işçi sınıfı zalimleri devirmek ve toplumu değiştirmek için elinden gelen her şeyi yaptı.
Ama hemen hemen her seferinde bu hareketleri durduran ve iktidarı ele almak yerine egemen sınıfla uzlaşmaya varan işçi hareketinin –ya sendikalar ya da büyük sol partilerin- liderliğiydi. Böylece, onlarca devrim bizzat hareketin liderliği tarafından geri tutuldu. "Geçiş Programı" yazısında Leon Trotsky özetle şöyle diyor: "İnsanlığın tarihsel krizi devrimci liderliğin krizinden kaynaklanmaktadır."
Ancak, bu durumu karikatürize hale getirmemeye de dikkat etmeliyiz. Marksistler, işçilerin her zaman devrime hazır oldukları, sadece sosyalist bir liderliğin onlara yolu göstermesini bekledikleri fikrini savunmuyorlar. Tersine, işçi hareketinin liderliğinin bir engel olduğunu söylediğimizde, işçi hareketinin başında sadece sosyalist bir sendikal liderlik veya devrimci bir örgüt olsaydı devrimin hemen patlak vereceği ve kapitalizmi zaferle devireceği anlamına gelmez.
İşçilerin her zaman mücadeleye hazır oldukları ve sadece iyi bir liderlik bekledikleri doğru değildir. Bir kitle hareketi parmağı şıklatmak ile anında oluşmaz. Ancak tarih, kitlelerin mücadeleye giriştiği çok önemli tarihi anlar olduğunu gösteriyor: devrimler. Dünyayı değiştirmek isteyen tüm aktivistlerin kendilerine sorması gereken önemli sorular şunlardır: Kapitalizmi devirmek için sınıfımızı, işçi sınıfını nasıl organize edebiliriz? Sosyalistlerin bu amaca ulaşmadaki rolü nedir? Buna nasıl hazırlanabiliriz?
Sınıf Bilinci
İşçilerin sınıf bilinci düz bir çizgide gelişmez.
Uzun bir tarihsel süreçte işçiler örgütlenmenin gereğini anladılar. İşverenlerle günlük mücadele için sendikalar oluşturuldu. Sonunda, işçiler siyasi arzularını ifade etmek için kendilerini kendi partilerinde örgütlediler. Marx, örgütsüz işçi sınıfının kapitalist sömürünün hammaddesi olduğunu açıkladı. Sınıf mücadelesi boyunca işçi sınıfı da sendikalar veya diğer örgütler üzerinden siyasi bir mücadele geliştirmiştir. Bu süreç tek tip değildir ve ülkeden ülkeye büyük ölçüde değişmektedir.
İnsanın örgütlenmesi gerektiğini anlaması başka bir şey, kapitalizmin devrimci bir şekilde devrilmesinin gerekli olduğu sonucuna varmak tamamen farklı bir şeydir. İşçi sınıfı mücadeleye başladığında, otomatik olarak devrimci sonuçlar ve çıkarımlara varamaz.
Bilinç devrimci değildir, aksine, genel olarak oldukça muhafazakardır. İnsanlar eski fikirlere, geleneklere ve rahatlatıcı tanıdıklara tutunurlar. Çoğu zaman, insanlar makul şartlar altında ve huzur içinde yaşayabilmek ister. Onları kim suçlayabilir ki? Kimse kendi hayatında büyük karışıklık ve değişiklikler istemez. İşçiler grev yapmak için işe girmezler.
Devrimler tarihteki kaçınılmaz istisnalardır. İşçiler ise bu durumun tam tersine sürekli olarak mücadele içinde değildir. Ancak, statükonun artık sürdürülemeyeceği zamanlar vardır. Milyonlarca insan kemer sıkma programlarından etkilendiği, hayat pahalılığı arttığı, maaşları durgunlaştığı ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ile birlikte zenginlerin daha da zenginleştiği için bıkmış durumda.
Devrimi sosyalistler ya da devrimciler yaratmaz. Milyonların mevcut koşullara karşı ayaklanmaya başlaması için koşulları yaratan kapitalizmin kendisidir. Dün kayıtsız kalan milyonlarca işçi ertesi gün sokaklara dökülebilir. Olayların gerisinde kalan dünün bilinci, tek bir hamlede gerçekliği yakalayabilir. Tam da bu farkındalık noktası devrimlerin patlak verip başladığı andır.
Genellikle devrimleri tetikleyen "tesadüfler"dir. Tunus'ta 2011 Arap Devrimi, genç bir sokak satıcısının yerel yönetim binasının önünde kendini ateşe vermesi ile başladı. Devrim ateşini tutuşturan kıvılcım buydu. Bu olayın ardından Tunus diktatörlüğünün devrilmesiyle sonuçlanan bir kitle hareketi geldi. Hareket daha sonra Mısır'a ve nihayetinde tüm Arap dünyasına yayıldı. On yıllar boyunca biriken öfkenin sadece bir kıvılcıma ihtiyacı vardı. Hemen hemen her devrimin başında böyle bir olay vardır.
Devrim nedir? Leon Trotsky "Rus Devriminin Tarihi"nde şu açıklamayı yapıyor:
"Devrimin en tartışılmaz özelliği, kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahalesidir. Zamanın sıradan geçişlerinde devlet, monarşik ya da demokratik olması fark etmeksizin, ulusun üzerinden yükselir. Tarih bu uzman kişiler tarafından yazılır: hükümdarlar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler ve gazeteciler. Ancak eski düzenin kitleler için çekilmez hale geldiği bu dönüm noktalarında, onları siyasi arenadan ayıran engelleri aşıyorlar, geleneksel temsilcilerini süpürüp atıyor ve müdahaleleriyle yeni bir rejimin başlangıcını oluşturuyorlar. Bu durum iyi ya da kötü olabilir, bunu ahlak kuramcılarına bırakalım. Biz kendimiz, gelişimin nesnel seyrinin verdiği gerçekleri alalım. Bizim için devrimlerin tarihi, her şeyden önce kitlelerin kendi kaderlerini belirleme noktasına şiddetli bir şekilde akın etmelerinin tarihidir."
Bu alıntı, devrimlerin özünü mükemmel bir şekilde özetliyor. Devrim her şeyden önce ezici çoğunluğu oluşturan kitlelerin- bugün için bu güç işçi sınıfıdır- tarih sahnesine girmesidir.
Son 100 yıl ve öncesine bakarsak, devrim eksikliği yaşanmadı. En az bir önemli devrimin gerçekleşmediği tek bir on yıl bile olmadı.
1905 ve 1917 Rus Devrimleri; 1918-1923 Alman Devrimi ve 1925-27 Çin Devrimi; 1931-39'daki İspanyol Devrimi, 1936'da Fransa'daki kitlesel grevler; 1943-45 yılları arasında İtalya, Yunanistan ve Fransa'daki devrimci dalga ve 1949'daki Çin Devrimi; 1956'da Macaristan'daki devrim; Mayıs 1968 Fransa'daki protestolar; 1970-73'teki Şili Devrimi, 1974'te Portekiz Devrimi; Nikaragua Devrimi 1980-83, Burkina Faso Devrimi 1983-87; 1998'de Endonezya diktatörlüğünün devrimci yenilgisi; 2000'lerde Hugo Chavez yönetimindeki Venezuela devrimi; 2011 Arap Devrimleri.
Liste çok daha uzatılabilir. Tarihte, kitlelerin artık statükoyu kabullenemeyeceği anlar her zaman vardır. Daha sonra sokaklara dökülerek kaderlerini kendi ellerine almaya başlarlar.
Devrimler depremlere benzetilebilir. Kimse depremin tam olarak ne zaman patlak vereceğini tahmin edemez. Depremler de genellikle oldukça nadir görülen olaylardır. Ancak tektonik plakaların hareketini inceleyebilir ve böylece deprem koşullarının nerede oluşabileceğini bulabiliriz. Depremler her zaman olmaz, ama deprem olması durumu da kaçınılmaz bir gerçektir.
Devrimlerde de durum aynı. Kimse bir devrimin tam olarak ne zaman patlak vereceğini tahmin edemez. Ancak ekonomik koşulları inceleyebiliriz, mazlum halk arasında artan öfkeyi görebilir ve devrimci bir çağın geldiğini öngörebiliriz.
Aradaki fark, devrimlerin insanlar tarafından yapılmasıdır. Devrimi zafere ulaştırmak amacıyla buna hazırlanabilir ve kendimiz rol oynayabiliriz. Ama bunu nasıl yapabiliriz?
Devrimin kendiliğinden gerçekleşmesi mümkün mü?
Devrimler gerçekte nasıl çalışır? Eğer işçiler kapitalizmi tek bir savurmada ortadan kaldırabilseydi, devrim hakkında çok fazla düşünmeye gerek kalmazdı. İşçi hareketinin fikir, program, somut önlemler vb. belirli bir programla organizasyon oluşturması gerekli olmazdı.
Anarşistler kitle hareketlerinin doğallığını çok güçlü bir şekilde vurgularlar. Çeşitli anarşist teorilerin neredeyse hepsi, kitlelerin kendiliğinden sınıfsız bir toplum inşa edebilecekleri görüşüne dayanıyor. Kropotkin, anarşizm hakkındaki en ünlü makalesinde, kendisinin en büyük katkısının "bir şehrin devrimci bir dönemde - şehir sakinleri fikri kabul ettiyse - özgür bir komünizm temelinde şehir ahalisinin kendilerini nasıl organize edebileceklerini göstermek" olduğunu yazıyor. İşçilerin kapitalizmi devrimci yollarla kendiliğinden yenebileceklerini ima ediyor. Ancak Kropotkin, sakinlerin "komünizm fikrini kabul etmelerinin" nasıl olabileceğini açıklamıyor.
Şüphesiz, tüm kitle hareketlerinde ve tüm devrimlerde doğallık unsuru vardır. Devrimlerin başlangıçtaki gücü bile kendiliğinden, daha önce siyasetle ilgisi olmayan milyonlarca insanın sokaklara akın etmesi ve yönetici sınıfı savunmasız halde sıkıştırmasıyla başlıyor. Çoğu zaman, bir devrimin patlak verişine devrimci güçlerin kendileri bile şaşırıyor. 1917'deki Rus Şubat Devrimi sırasında, Petrograd'daki Bolşevikler olayların o kadar gerisinde kaldı ki, gösterinin ilk gününde işçilere sokağa çıkmamalarını tavsiye ettiler!
Peki, halkın kendiliğinden oluşan hareketliliği kapitalizmi devirmek için yeterli mi? Tarih bize bunun yeterli olmadığını gösterdi.
Her harekette, mücadelede ve devrimde - olaylar ne kadar spontane görünürse görünsün - öncü rol oynayan gruplar ve bireyler vardır.
Hoşumuza gitse de gitmese de kitleler siyasi iradelerini örgütler aracılığıyla ya da en azından kendilerinin güvenini kazandıktan sonra liderlik rolü oynayan bireyler aracılığıyla ifade ederler.
Görünüşte spontane bir harekette bile, birisi bir iş toplantısındaki meslektaşlarını greve gitmeye ikna eden bir konuşma yapar. Bir organizasyon veya birey, işçilere grev argümanlarını açıklayan broşürü yazar. Yine bir organizasyon veya birey şirketi işgal etme fikrini ortaya atar. Bu fikirler bir anda ortaya çıkmaz. Tersine, işçi hareketinde örgütler veya bireyler de mücadeleyi yavaşlatmak veya durdurmak için yetkilerini kullanabilirler. Grevin sona ermesini savunabilirler. Bazıları, bu grevlerin patronların mülkiyetlerini gasp ettiği için sonlandırmayı savunabilir.
Bu fikir ve yöntem savaşı önceden belirlenmiş kurallara bağlı değildir. Tüm işçiler aynı anda aynı sonuçları çıkarmaz. Bir azınlık, sınıfın geri kalanından önce fabrika işgali ve genel grev gibi şeylerin gerekliliğinin farkında olabilirler. Herhangi bir devrimde, bir azınlık işçilerin ekonomiyi kontrolleri altına alma olasılığını görecektir. O zaman görevleri işçilerin geri kalanını ikna etmektir.
Görünüşte spontane bir harekette bile, biri veya diğeri er ya da geç öncü bir rol oynayacaktır.
Trotsky "Sınıf, Parti ve Liderlik" yazısında şöyle diyor: "Tarih sınıf mücadelelerinin bir sürecidir. Ancak sınıflar tüm ağırlıklarını otomatik olarak ve aynı zamanda taşımaz. Mücadele boyunca, sınıflar önemli ve bağımsız bir rol oynayan ve deformasyonlara maruz kalan çeşitli organlar geliştirirler. (...) Tarihin belirleyici anlarında, siyasi liderlik tıpkı savaştaki komutanlar gibi belirleyici bir role sahip olabilir. Tarih kendiliğinden oluşan bir süreç değildir. Öyle olsaydı neden siyasi partilere, programlara, liderlere ve teorik çekişmelere ihtiyaç duymamız gerekirdi?"
İşçi hareketinde farklı akımlar kendilerini farklı örgütlerde ifade edebilir. Marksistler de bu yüzden örgütlenmek ve devrimci bir parti kurmak istiyorlar.
Devrimci parti nedir?
"Parti" terimi, bugün işçi sınıfının ve gençliğin belirli katmanlarında - ve iyi bir nedenden dolayı - olumsuz bir çağrışım uyandırmaktadır. Mevcut siyasi partiler bu katmanları siyasetten püskürtmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sözde "sol" partiler bile bankaların isteklerine boyun eğiyor ve iktidardayken burjuvalar için kirli işler yapıyorlar. Bazen bu kirli işleri için sağdan bile daha sert davranırlar. Örneğin 2015'te Yunanistan'daki Syriza hükümeti de böyleydi.
Marksistler olarak devrimci bir partinin gereğinden bahsederken, sürekli seçimden seçime koşan hantal bir makineden bahsetmiyoruz. Bir parti, bizim anlayışımızda, her şeyden önce fikirlerdir, bu fikirleri içeren programdır ve bu programı uygulamaya koymak için ortaya konan metodlardır. Ancak o zaman bu programı harekete geçirebilecek ve insanları ona kazandırabilecek yapı ve organizasyon oluşabilir.
Daha önce de açıkladığımız gibi, işçi sınıfının içinde örgütlenmek için doğal bir dürtü var, bu da sendikaların ve partilerin oluşumuna yol açtı. İşçi hareketindeki tüm bu eğilimler toplamı farklı akımlar ve farklı örgütlerde ifade edilmektedir.
Sendikalar, doğası gereği, mümkün olduğunca çok işçiyi birleştirmeye çalışırlar. Sendikaların sadece devrimci işçilerden oluşması gerektiğini öne süren herkes dar ve zayıf bir sendikaya sahip olacaktır. Ancak devrimci bir parti sendikadan daha farklı şekilde oluşur.
Trotsky, "Komünist Parti hakkında bir Fransız sendikacıya mektup" yazısında şunları yazıyor: "Bu kurucu azınlık partiyi nasıl oluşturmalıdır? Meslek gruplarına veya bölgelere göre örgütlenilemeyeceği aşikardır. Mesele metal işçileri, demiryolu işçileri veya ağaç işçilerini toplamak değil, bütün bir proletaryanın en bilinçli üyelerine ulaşma meselesidir. Birleşmeli, iyi planlanmış bir eylem programı hazırlamalı, iç disiplin yoluyla sağlam bir birlik kurmalı ve bu şekilde işçi sınıfının tüm mücadelesi üzerinde öncü bir etki sağlamalıdır."
İşçi sınıfının ve gençliğin tüm katmanları aynı anda aynı sonuçları çıkarmaz. Kapitalizmin en iyi sistem olduğuna inanan yeterince işçi de var. Diğerleri kapitalizme karşıdır, ancak bunun yıkılabileceğine inanmazlar. Bazıları da tüm bu sorulara karşı kayıtsızdır. Ancak bazıları sosyalizm mücadelesinin gerekli olduğu sonucuna varabilir. Bunu anladıktan sonra, işçi hareketini de bu bilince ulaştırmaya çalışacaklardır.
Bu sosyalist azınlığın (Trotsky hareketin "kadrolarından" bahseder) görevi elbette kendini örgütlemek ve işçi sınıfının diğer katmanlarının sınıf mücadelesindeki güvenini kazanmaktır. Bu çabada, ortak bir program temelinde yer aldıkları organizasyonda güçlerini birleştirirlerse daha etkili olacaklardır.
"Geçiş programı" tartışmalarında Trotsky şu açıklamayı yaptı:
"Parti nedir? Bu ortak uyum nelerden oluşur? Bu uyum, olayların, görevlerin üzerindeki ortak bir anlayıştır. Bu ortak anlayış partinin programıdır. Tıpkı modern işçilerin araçları kullanmaları gibi parti için program da araçtır. Program olmadan, her işçi aracını doğaçlama yapmak veya doğaçlama araçlar aramak zorundadır ve birbirleriyle zıtlıklar yaşarlar." ("Das Übergangsprogramm", 1997, Arbeiterpresse Verlag, Essen. s. 165.)
Bir işçinin işe gitmeden önce gerekli araçları tespit etmesi gerektiği gibi, devrimden önce bir program ve bir organizasyon oluşturulmalıdır.
İspanyol Devrimi: bir partisi ya da liderliği olmayan sınıfın mücadelesi
Devrimci liderlik veya örgüt olmadığında ne olur? Ya da mevcut örgütler hareketi mücadeleden geri tutarsa neler gerçekleşir?
Trotsky, "Sınıf, Parti ve Liderlik" adlı broşürde, 1931-39 İspanyol Devrimi'nin yenilgisinin nedenlerini analiz etti. Bu ilham verici olay, işçi sınıfı kapitalizmi devirmek için her şeyi denediğinde ancak devrimci bir liderliği olmadığında ya da mevcut örgütler iktidarı ele geçirmeyi reddettiğinde ne olacağının belki de en trajik örneğidir.
1930'lardaki büyük kriz özellikle İspanya'yı çok etkiledi. İşçi sınıfı ve köylülük ezici bir yoksulluk içinde yaşıyordu. Büyük toprak sahipleri ve kapitalistler (genellikle aynı insanlardı) kendi karlarını güvence altına almak için kitlelerin yaşam standartlarını sefil bir seviyeye indirmişti. Ancak 1931'de kitlesel bir devrimci hareket karşısında egemen sınıf monarşiyi terk etmek zorunda kaldı ve cumhuriyet ilan edildi. Ancak bu tek başına işçilerin ve yoksul köylünün sorunlarını çözmedi.
Şubat 1936'da, sağcı bir hükümet altında iki yıl geçirdikten sonra, kitleler Halk Cephesi'ni (Frente Popular) iktidara getirdi. Bu hükümet sosyalist ve komünistlerin yanı sıra POUM'dan (kendisini Marksist olarak tanımlayan ancak devrimci ve reformist yöntemler arasında sürekli olarak bocalayan sol bir parti) oluşuyordu. Aynı zamanda ana sendika federasyonu olan anarşist CNT'nin (Ulusal Emek Konfederasyonu) desteğini aldı. Bu işçi örgütleri, burjuva cumhuriyetçileri de hükümete dahil etti. Halk Cephesi hükümeti, bu burjuva partilerinin katılımlarını sağlamak almak istediğinden dolayı programını zayıflatmak ve işçi sınıfı ve köylülüğün refahını temel alan sosyal politikaları yavaşlatmak zorunda kaldı. Burjuva mülkiyetine dokunulmadı. Hatta en sonunda Halk Cephesi, mücadele eden işçileri bastırma yoluna kadar girdi.
Halk Cephesi'nin verdiği reform vaatlerini beklemek istemeyen işçiler, 44 saatlik çalışma haftasını ve ücret artışlarını bağımsız olarak uyguladılar. Sağcı hükümet tarafından hapsedilen siyasi mahkumları serbest bıraktılar. Şubat ve Temmuz 1936 arasında her büyük İspanyol kentinde en az bir genel grev yapıldı. Temmuz 1936 başında bir milyon işçi grevdeydi.
İşçi hareketi burjuvaların beklentisinden çok daha ileriye gitti. 17 Temmuz 1936'da General Francisco Franco, sanayicilerin ve toprak sahiplerinin tam desteğini alan faşist bir darbe başlattı. Amacı hükümeti devirmek, sendikaları ve işçi partilerini çökertmek ve kapitalistlerin sürekli kolektif direnişle karşılaşmadan işçi sınıfının ve köylülük sömürüsünü sürdürebilmeleri için güçlü bir hükümet kurmaktı. Bu faşist darbe karşısında Halk Cephesi içinde yer alan partiler işçi sınıfını silahlandırmayı reddettiler.
Bu partilerin pasifliğine rağmen, işçiler faşist darbeyi püskürtmek için ellerinden geleni yaptılar. Ellerine sopaları, mutfak bıçaklarını ve diğer silahları aldılar. Askerlerle onların silahlarından yararlanmak için dost ilişkiler kurdular ve kışlaları işgal ettiler. Burjuva polisinin yerini alan işçi milisleri oluşturdular. Faşizme karşı alınan bu "askeri" savunma önlemlerinin yanı sıra işçiler de ekonomik önlemler aldı. Katalonya'da ulaşım ve sanayi neredeyse tamamen işçi ve fabrika komitelerinin kontrolüne geçti. Madrid'deki merkezi hükümete ve Katalonya'daki hükümete ek olarak, başka bir güç ortaya çıkıyordu - bir işçi demokrasisi.
Ama sonra ne oldu? Sosyalist ve komünist Partiler, POUM ve anarşist CNT gibi tüm örgütlerin liderliği hareketi yavaşlattı. Katalonya'da işçi komitelerinin feshedilmesine karıştılar. Sosyalist ve komünist parti liderleri, işçilere fabrikaları işgal etmemeleri, aksine evlerine gitmeleri ve faşizme karşı mücadeleyi burjuva hükümetine bırakmaları gerektiğini açıkladılar. POUM diğer örgütlerden daha öne çıktı ve 1936 sonbaharında Katalonya'daki devrimi kontrol altına almak için cezai tedbirler almaya karar veren burjuva hükümetine katıldı.
Burada özellikle dikkat çekici olan, sendika federasyonu CNT'nin anarşist liderliğinin tutumudur. O zamanlarda, iktidarı ele geçirebilecekleri konusunda övünüyorlardı: "Eğer iktidarı ele geçirmek isteseydik, mayıs ayında [1937] kesinlikle yapabilirdik. Ama biz diktatörlüğe karşıyız."
Anarşist oldukları ve bu nedenle genel olarak her türlü yönetime karşı oldukları için, CNT'nin liderleri yeni ortaya çıkan işçilerin yönetme iradesini güvence altına almayı reddettiler. Sonuç olarak, büyük bir fırsat kaçırıldı. Ancak işçi sınıfı adına iktidar olmayı reddeden aynı anarşistler Katalonya'daki burjuva hükümetine girdikleri için çok mutlulardı!
Bunun sonucunda işçiler ciddi şekilde demoralize oldu. Bu trajik hikaye Franco'nun 1936-39 iç savaşındaki zaferi ve iktidarın faşizm tarafından ele geçirilmesiyle sona erdi.
İspanyol Devrimi neden yenildi?
İşçi sınıfı faşizme karşı mücadeleyi kendiliğinden üstlendi ve özellikle Katalonya'daki fabrikaların kontrolünü ele geçirdi. İşçiler o zaman tam olarak gerekeni yaptılar. Ancak tüm işçi örgütlerinin liderleri bu hareketi durdurmak için ellerinden geleni yaptılar. Trotsky "Sınıf, Parti ve Liderlik"te açıkladığı gibi, böyle bir durumda işçi sınıfının kendi liderlerinin muhafazakarlığını aşması kolay değildir:
"İspanyol kitlelerinin yalnızca liderlerini takip ettiği şeklindeki içi boş ifadeyi tekrarlamak için, sınıf ile parti, kitleler ve liderler arasındaki karşılıklı ilişkiler alanında hiçbir şey anlamamak gerekir. İşçiler her zaman doğru yola girmeye çalıştılar. Söylenebilecek tek şey, her zaman doğru yolda ilerleyen ve engelleri aşmaya çalışan kitlelerin, devrimin taleplerine uygun yeni bir önderliği savaşın ateşinde üretmeye güçlerinin yetmediğidir. Devrimin farklı aşamalarının birbirini çok hızlı takip ettiği, liderliğin veya liderliğin farklı bölümlerinin aniden sınıf düşmanına iltica ettiği derin dinamik bir süreç ile karşı karşıyayız"
Devamında şöyle diyor: "Ancak, eski önderliğin kendi iç yozlaşmasını açığa vurduğu durumlarda bile, sınıf, eski önder partinin çöküşünden yararlanabileceği güçlü devrimci kadroları miras almamışsa, hemen yeni bir önderlik geliştiremez."
Güncel bir konu
İspanyol Devrimi münferit bir vaka ya da geçmiş zamanlarda kalmış bir olay değildir.
2019 yılına kadar Latin Amerika, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da birçok devrimci dalga patlak verdi. Şili, Ekvador, Kolombiya, Irak, Lübnan, Cezayir ve Sudan'da her yerde genel grevler, kısmen devrimci oranlarda kitlesel hareketler gördük. Her yerde devrimci liderlik hakkında aynı sorun ortaya çıktı. Böyle bir organizasyonun olmaması, bu olayların sonuçları için çok önemliydi.
Sudan örneği özellikle etkileyici. Aralık 2018'de diktatör Ömer el-Beşir'e karşı kitlesel bir hareket patlak verdi. Aşırı yoksulluk, IMF'nin dayattığı kemer sıkma ve büyük işsizlik oranları kitleleri sokağa döktü. Devrimci aktivistler başkent Hartum'daki büyük meydanları işgal etti.
Financial Times'ta yer alan bir makalede durum şöyle anlatıldı:
"Çar'ın devrildiği 1917'de Rusya'da ya da kısa ömürlü Paris Komünü'nün heyecan verici, idealist günlerinde insanların nasıl hissettiklerini bilemeyiz. Ancak Nisan 2019 Hartum’da hissedilenler gibi bir şey hissetmiş olmalılar."
Bu gerçek bir devrimdi! Nisan ayında egemen sınıf, diktatörü istifaya zorladı. Ordunun iktidarda kalmasını sağlamak için bir Askeri Geçiş Komitesi kuruldu.
Protestoların arkasındaki ana örgüt Sudan Meslek Odaları (SPA) oldu. Bu organizasyon, Mayıs ayı sonunda gösteriler ve hatta genel grev çağrısında bulundu ve orduyu iktidardan vazgeçmeye çağırdı. Genel grev ülkeyi tamamen felç etti.
Haziran başında rejim, Hartum'daki meydan işgalini dağıtmak için milisler gönderdi. Ancak kitleler bundan korkmadı ve SPA başarılı olduğu bir genel grev daha düzenledi. Direniş komiteleri kuruldu.
Burada kitle hareketinin iktidarı ele geçirmek için gerçek bir şansı vardı. Ekonominin kontrolünü ele geçirmek için büyük bir şans oluştu. Ancak SPA bunun yerine grevi sonlandırmaya çağırdı. Daha sonra askeri konseyle demokratik seçimlere kadar üç yıllık bir geçiş dönemi müzakere etti. Sonuç, iki yıl sonra, ordu hala iktidarda ve sefalet devam ediyor.
Sudan'da ne eksikti? İşçiler iki kez genel greve gittiler, baskılara rağmen meydanları işgal ettiler ve hareketi organize etmek için tabana yayılan komiteler kurdular. İşçiler ellerinden geleni yaptılar. Yönetme gücünü ele geçirmiş olmaları işten bile değildi. .
Ancak kitlelerin gözünde büyük yetkiye sahip olan örgütler, iktidarı ele almak yerine orduyla uzlaşmaya vardılar. Daha önce de açıkladığımız gibi, böyle bir durumda yeni bir organizasyonu kendiliğinden kuramazsınız.
Hoşunuza gitsin ya da gitmesin, organize olma ihtiyacından kaçamazsınız. İşçi hareketi sahte liderlik tarafından yönlendirildiği ve işçi örgütleri hareketi geri tuttuğu sürece, bizim görevimiz gelecek için devrimci bir alternatif oluşturmaktır.
1917 Rus Devrimi
Devrimci bir partinin rolünü tartıştığımızda, 1917 Rus Devrimi'nin deneyimlerine atıfta bulunmamak olmaz.
Bu devrim üzerine bu kadar zaman ayırmamız sebepsiz değil. Tarihte ilk kez - 1871'deki Paris Komünü'nün kısa yaşamı dışında - işçiler ve ezilenler iktidarı ele geçirdiler ve kapitalizmi devirdiler. Bir işçi demokrasisi ve sosyalist bir toplum inşa etmek için ilk adımları attılar. Geçmişin zaferlerini incelemek, gelecekteki mücadelelere hazırlanmada önemli bir katkı sağlayabilir.
Ekim 1917'de Rus işçi sınıfının zaferi tesadüf değildi. Şubat 1917'de Rusya yıkıcı bir dünya savaşının ortasındaydı. Cephede, işçiler ve köylüler artık kendilerini alakadar etmeyen çıkarlar için savaşmak istemiyorlardı. Fabrikalardaki işçiler ve aileleri açlık çekti. Statüko artık katlanılabilir değildi. Petrograd’da bulunan kadın işçilerin inisiyatifi ile erkek işçiler de greve gitti ve bir hafta süren kitlesel seferberliklerin ardından Çar yönetimden çekilmek zorunda kaldı.
Mücadele boyunca Petrograd Sovyeti (sovyetler birer işçi ve emekçi meclisleriydi) kuruldu ve sovyetler Rusya'nın her yerinde hızla yayıldı. Sovyetler, toplumu işçilerin çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermesini sağlamaya iten genişletilmiş grev komiteleri olarak çalışmalar yaptı. Aslında, güç ve inisiyatif sovyetlerin elinde toplanmıştı.
Ancak sovyetlerin yanı sıra, burjuvazi, kapitalizmi kurtarmak için umutsuzca yaptığı girişimde bir "geçici hükümet" kurdu. Bu "ikili güç" Ekim 1917'ye kadar sürdü.
Devrimin birkaç iniş ve çıkışlarının damgasını vurduğu Şubat ve Ekim ayları arasında Geçici Hükümet, kitlelerin temel taleplerini karşılamakla ilgilenmediğini kanıtladı. Bu temel talepler: barış, işçiler için ekmek ve köylüler için toprak sloganıydı.
Devrimin ilk aylarında, o zaman reformist partiler olan Sosyal Devrimciler (SR) ve Menşevikler sovyetlerde çoğunluğa sahipti. Sovyetlerin burjuva geçici hükümetine olan güvenini sağlama almak için konumlarını kullandılar. Hatta bu partilerin önde gelen temsilcileri bu hükümete katıldı. Menşevikler ve SR, işçi sınıfının iktidara gelmesi için "çok erken" olduğuna, burjuvazinin ülkeyi yönetmesi gerektiğine ve sosyalizm mücadelesinin daha sonra gündeme geleceğine inanıyorlardı.
Ancak zamanla Menşevikler ve SR, işçilerin, askerlerin ve köylünün gözünde kendilerini itibarsızlaştırdılar. Ama neyse ki bir alternatif vardı. Kitleler Lenin ve Trotsky önderliğinde Bolşeviklere yöneldi. Yönetme gücünü burjuvalardan almanın gerekli ve mümkün olduğunu sabırla açıklayarak aylar geçirmişlerdi. Kitlelerin güvenini kazanmanın temeli buydu. Böylece, Bolşevikler Ekim 1917'deki zafer için kitlelerin muazzam enerjisini ve inisiyatifini kullanabildiler.
Bolşevik Partisi ve Lenin
Rus Devrimi'nde işçiler tarihte ilk kez iktidara geldi. Bu kadar çok hareket başarısız olmuşken neden başarılı oldular?
Bunun nedeni, Rus işçilerin 1930'lardaki İspanyol işçilere kıyasla daha fazla siyasi "olgunluk" göstermesi olamaz. Rus işçiler İspanyollardan daha mücadeleci oldukları için de değildi. Aradaki fark sadece Bolşevik Parti'nin varlığında yatıyordu.
Bolşevikler Rus Devrimi'ni yoktan var etmediler. Bolşevikler Şubat Devrimi'nde öncü bir rol oynamış olsalar da, kitlelerin devrimci ruh hali ülkedeki felaket durumunun doğrudan bir sonucuydu. Trotsky bu soruya "Rus Devriminin Tarihi" kitabında şöyle değindi:
"Kitlelerin ruh halini yaratmakla suçlanıyoruz; Bu bir yalan, sadece onu formüle etmeye çalışıyoruz."
Bu tam olarak Marksist bir örgütün rolüdür: işçilerin zaten yarı bilinçli veya bilinçsiz olarak anladıkları şeyi bilinçli olarak formüle etmelidir.
Ancak Bolşevik Parti 1917'de kendiliğinden kurulmadı. Dünyayı bir gecede değiştiremezsiniz. Devrimci bir partinin inşası, devrimci olayların ortasında bir günden diğerine gerçekleşemez, zaman ve güç alır.
Rus marksistler çalışmalarına 1880'lerde ve 1890'larda başlamıştı. Marksist teoriyi anlamak için okuma çevreleri düzenleyen küçük ve oldukça izole gruplar oluşturdular. 1898'de Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDLP) resmen kuruldu. RSDLP’nin Bolşevikler ve Menşevikler olmak üzere iki gruba ayrılması 1903 yılında gerçekleşti. Bolşevikler marksizmi sürekli olarak savundular ve 1912'de menşeviklerden ayrılarak bağımsız bir parti kurdular.
Bugün, solun sadece bir araya gelmesi ve tüm farklılıklarını bir kenara bırakması gerektiğini sık sık duyuyoruz. Neden bu kadar çok sosyalist veya sol örgüt var diye bize sürekli soruluyor. IMT (Enternasyonal Marksist Eğilim) neden Marksist teoride bu kadar ısrar ediyor? Ancak gerçek şu ki, gerçek siyasi bir “anlaşma” olmadan grupları birleştirmekle harekete geçilemez.Teorik farklılıklar daha sonra her önemli soruda gün ışığına çıkacak ve "birleşik" organizasyon yerle bir olacaktır. İki kişinin farklı yönlerde kürek çekerek daireler çizmesi ve tek bir kişinin kürek çekerek ilerlemesi örnek olarak verilebilir.
Her siyasi grup bir teoriye dayanır. Bu Bolşevizm tarihinin en önemli derslerinden biridir. Lenin 1900'lü yılların başlarında bu durumu şöyle izah etti:
"Bir anlaşmaya varmadan önce ve bir anlaşmaya varmak için önce kendimizin sınırlarını net bir şekilde çizmeliyiz. Aksi takdirde, anlaşmamız sadece mevcut deneyimsizliğimizi gizleyen ve ortadan kaldırılmamızı engelleyen bir kurgu olurdu. Bu nedenle, kendimizi farklı görüşlere sahip basit bir toplanma alanı haline getirmeye niyetimiz olmaması anlaşılabilir. Aksine, kendi görüşlerimizi kesin olarak tanımlanmış bir eğilim ruhuyla yönlendireceğiz. Bu eğilim tek kelime ile karakterize edilebilir: Marksizm."
Devrimin 20 yıl öncesinde, Bolşevik Parti’nin marksistleri sabırla ortak bir program temelinde bir organizasyon kurdular. Devrimin patlak vermesinden önce bile, işçi hareketinde öncü bir rol oynamaları gerektiği amacı ile üyelerini Marksizm fikirleri konusunda eğitmişlerdi. Teori ve tarihin çalışılması bugün devrimci bir örgüt kurmak için hala gereklidir.
1917'de Rusya'da sadece Menşevikler ve Sosyal Devrimciler olsaydı, devrimi kesinlikle yenilgiye uğratacaklardı. Neyse ki, Bolşevikler gibi, şubat ve ekim ayları arasında kitlelerin deneyimlerine dayanan, işçilerin 1917'de sahip oldukları bir alternatif vardı. Bu durum aynı zamanda Trotsky tarafından "Sınıf, Parti ve Liderlik" de açıklanmaktadır:
"Geniş kitle katmanları, yeni bir liderliğin eskisinden daha sağlam, daha güvenilir ve daha sadık olduğuna ancak yavaş yavaş, birkaç aşamadan geçen kendi deneyimlerine dayanarak ikna olabilirler. Tabii ki, bir devrimde, yani olaylar ortaya çıktığında, zayıf bir parti, devrimin gidişatını açıkça anlarsa ve boş laflarla sarhoş olmayan ve zulümden korkmayan güvenilir kadrolara sahipse hızla güçlü bir partiye dönüşebilir. Ancak böyle bir partinin devrimden önce bile var olması gerekir, çünkü kadroların eğitim süreci önemli ölçüde zaman alır ve devrim bu zamanı size vermez."
Rusya'da bu parti tam zamanında vardı. Şubat 1917'de Bolşeviklerin yaklaşık 8.000 üyesi vardı. Ekim ayında iktidarın ele geçirilmesi sırasında bu sayı 250.000 üyeye çıkmıştı.
Parti içindeki liderliğin rolü
Peki, Bolşevikler doğru bir siyasi perspektife nasıl ulaştılar? Devrimci bir partinin varlığı tek başına yeterli midir?
Bolşeviklerin iktidara gelene kadar yükselişi basit değildi. Yaygın olarak bilinmemekle birlikte, Mart ve Nisan 1917 arasında, Bolşevik liderliğinin Rusya’daki iktidar mücadelesinde yarışmak için hiçbir çabası yoktu. Lenin ve Trotsky o zamanlar sürgünden Rusya'ya dönüş yolundaydılar ve o zamanlar Petrograd'daki Bolşevik liderliğini Stalin ve Kamenev üstlenmişti. Stalin ve Kamenev liderliğindeki Bolşevik gazetesi Pravda esasen Menşevik çizgisini temsil ediyordu, yani işçi sınıfının iktidara gelmesi için "çok erken" olduğunu savunuyorlardı.
Bolşevik Partisi'nin tabanını oluşturan işçi üyeleri bu tezi reddetti. Olayların merkezinde aktiftiler ve işçilerin sovyetler aracılığıyla iktidarı ele geçirmelerinin mümkün ve gerekli olduğunu anladılar. Ülkedeki güç zaten sovyetlerin elindeydi, ancak henüz güçlerini güvence altına almamışlardı. İktidarı ele geçirmek için "çok erken" olduğu savına nasıl karşı koymaları gerekiyordu?
Trotsky "Rus Devriminin Tarihi"nde şöyle yazıyor: "Bu devrimci işçiler tezlerini savunmaları için gerekli olan teorik altyapıya sahip değillerdi. Ancak yapılacak herhangi bir çağrıya anında cevap vermeye hazırdılar."
Bu çağrı, Lenin'in Nisan 1917'de Rusya'ya dönmesiyle geldi. O andan itibaren Lenin’in siyasi pozisyonu belliydi: işçi sınıfı, yoksul köylülükle dayanışma içinde ve sovyetler aracılığıyla iktidarı ele geçirebilir. Bu şekilde, sadece köylüleri özgürleştirmek, barış getirmek ve işçilere ekmek vermekle kalınmaz, aynı zamanda uluslararası olarak gelişecek sosyalist devrim zincirlerinden kurtarılabilir ve Rusya'da sosyalist bir devrimin gereklilikleri yerine getirilebilir di.
Nisan 1917'de Lenin, bu perspektifi savunan tek bolşevik liderdi (Trotsky henüz Rusya'ya gelmemişti ve Temmuz ayına kadar partiye katılmamıştı). Ancak muazzam kişisel otoritesi ve özellikle politikaları tabandaki Bolşevik aktivistlerin deneyimleriyle uyuştuğu için Lenin, Nisan ayı sonundaki bir konferansta Bolşevik Partisi'ni görüşlerine ikna etmeyi başardı. O andan itibaren, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin ana amacı, sovyetler tarafından iktidarı ele geçirmenin gerekliliğini işçilere sabırla açıklamaktı.
Lenin Rusya'ya zamanında dönmeseydi ne olurdu? Bir devrimde, zaman belirleyici bir faktördür. Bolşevik liderler, sovyet iktidarına duyulan ihtiyacı anlamış olabilirler, ancak işçiler harekete geçmişken de hala daha bu eğilimi devam ettireceklerine dair bir garanti yoktu. İşçi sınıfı kalıcı bir seferberlik durumunda kalamaz. Bir noktada, ya devrimi zafere ulaştırmayı başarırlar ya da şüphe ve kayıtsızlık hali yayılır. Lenin 1917'de kendi eğilimiyle müdahale etmeseydi, Bolşevikler büyük olasılıkla bu fırsatı kaçıracaktı. Yani bir partiye sahip olmak tek başına yeterli değildir. Partinin de net bir planı olan lidere ihtiyacı vardır.
Muzaffer bir sosyalist devrim ancak işçi sınıfı harekette aktif rol oynarsa başarılı olabilir. Ama işçi sınıfının bir partiye ihtiyacı var. Bu partinin ise ne yaptığını bilen bir lidere ihtiyacı var. Bu üç unsur herhangi bir devrimin başarısının anahtarıdır.
Bireyin tarihteki rolü
Eğer biri İspanya ve Rusya'yı karşılaştırırsa, Rus işçi sınıfının Lenin gibi bir kişiliğe güvenebilmesinin sebebi bir tesadüfle açıklanabilir mi? Bunların hepsi bir talih ya da rastlantı ile açıklanabilir mi?
Birincisi, Lenin anne karnından bir devrimci olarak doğmadı. Bir bakıma, sadece Rus işçi hareketinin bir ürünüydü. Lenin, kişiliği söz konusu olduğunda, kendisinin de önemli bir katkı yaptığı devrimci bir parti kurma çalışmalarının sonucuydu. Parti olmasaydı, Lenin 1917'de fikirlerini yayamaz ve tarihi rolünü oynayamazdı. Aksine, Lenin'in partideki otoritesi büyük ölçüde neredeyse 25 yıldır sabırla bu güveni inşa etmesinden kaynaklanıyordu.
Trotsky bu durumu "Sınıf, Parti ve Liderlik"te mükemmel bir şekilde özetliyor:
"Şubat veya Mart 1917'de Lenin, Rus proletaryasının olgunluğunda muazzam bir faktördü. Cennetten düşmemişti. İşçi sınıfının devrimci geleneğini somutlaştırmıştı. Lenin'in sloganlarını kitlelere ulaştırmak için, başlangıçta az olsalar bile kadroların var olması gerekiyordu. Bu kadroların liderliğe güvenmesi gerekiyordu, geçmişin tüm deneyimlerine dayanan bir güven. (...) Devrimci bir çağda liderliğin rolü ve sorumluluğu çok büyüktür."
Trotsky ayrıca "Rus Devriminin Tarihi"nde de benzer bir şey yazıyor: "Lenin, tarihsel gelişimin rastgele bir unsuru değil, tüm geçmiş Rus tarihinin bir ürünüydü. Kökleri o tecrübeye derinden bağlıydı. İleri bilinç düzeyindeki işçilerle birlikte, önceki çeyrek yüzyıl boyunca tüm mücadelelere katılmıştı. (...) Lenin, parti ile dışarıdan soyut bir ilişki kurmadı. Partinin en ileri temsilci yüzü oydu. Hem kendini hem de partiyi eğitti.”
Lenin ve Bolşeviklerin somutlaştırdığı devrimci liderlik hiçlikten bir anda var olmadı. Çeyrek asırlık sabırlı bir çalışmasının sonucuydu. Lenin, partiyi kurarak tarihe devrimci bir lider olarak geçen adam oldu. Binlerce bolşevik de partiyi kurarak işçi hareketinin lideri oldu. Bu gerçek, 1917'de bir fabrikadaki tek bir Bolşevik'in tüm meslektaşlarını parti programına çekebileceği deneyimiyle kanıtlanmıştır. Bu yetenek, Bolşevik işçilerin partiyi kurdukları tüm çalışmalardan kaynaklanıyordu. Partinin inşası diyalektik olarak devrimde bu kadar belirleyici bir rol oynayabilen bireylerin oluşumuyla bağlantılıdır.
Rus Devrimi, bireyin tarihteki rolünün çarpıcı bir örneğidir. Devrimci bir partinin inşası kolektif bir girişimdir, ancak harekette belirleyici rol oynayabilecek bireyler geliştirmenin tek yolu devrimci bir partiyi oluşturmaktan geçer. Bütün, parçalarının toplamından daha büyüktür; ve bütünün güçlenmesi de parçalarını güçlendirir! Bunu içselleştirmeli ve Bolşeviklerin deneyimini çalışmalarımızın başlangıç noktası haline getirmeliyiz.
Trajik bir şekilde, Bolşeviklerin çağdaşı, büyük Marksist Rosa Luxemburg çok farklı bir kader yaşadı. Hayatını Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nde (SPD) reformcu bürokrasiye karşı savaşarak geçirdi. Ancak RSDLP’deki Lenin ve Bolşeviklerin aksine, parti içinde devrimci bir fraksiyon inşa etmedi. Spartakusbund 1916'da kuruldu ve o zaman bile devrimci bir örgütten çok merkeziyetsiz bir ağdı.
Kasım 1918'de Almanya'da devrim patlak verdiğinde, Spartakusbund'un kitlelerle bağlantısı oldukça kısıtlıydı. Aralık 1918'de Spartakusbund, Almanya Komünist Partisi'nin (KPD) kuruluşuna katıldı. Ancak en başından beri, parti, partinin çalışmalarını büyük ölçüde zorlaştıran güçlü bir hizipçi yaklaşımla karakterize edildi. Parti aktivistleri sendikalarda çalışmayı reddetti ve parti, fikirlerini yaymak için bir aşama sağlayacak olan parlamento seçimlerini boykot etti. Bu yeni kurulmuş Komünist Parti'de Rosa Luxemburg bu sol radikalizme karşı durdu. Ancak etrafında siyasi durumu olabildiğince iyi değerlendirebilecek ve fikirlerini yayabilecek bir kadro yoktu. Sonuç olarak, Komünist Parti birbiri ardına hatalar yaptı.
Ocak 1919'da Sosyal Demokrat hükümet, özellikle KPD'de birleşen işçi sınıfının en ilerici katmanlarını izole etmek ve bastırmak için Berlin'de işçi sınıfının ayaklanmasını provoke etti. Genç KPD'nin tecrübesizliği ve işçi sınıfı içinde sağlam bir şekilde konumlanamaması onu bu provokasyona sürükledi. Spartakist ayaklanma olarak tarihe geçen bu olaylar sırasında Rosa Luxemburg, 1918 Alman Devrimi'nin diğer büyük lideri Karl Liebknecht ile birlikte öldürüldü. Rosa Luxemburg'un zamanında devrimci bir parti kuramaması trajik bir yenilgiye ve Alman işçi sınıfının öncüsünün ve en önemli liderinin ölümüne yol açtı. 1919'dan 1923'e kadar Komünist Parti, iki ana lideri olmadan işçi sınıfını iktidara getirmeyi başaramadı. Rus ve Alman devrimleri, farklı sonuçlarına rağmen, Marksizmin merkezi bir tezini desteklemek için kullanılabilir: sosyalist bir devrimin zafere ulaşması için mutlaka devrimci bir lidere ihtiyaç vardır.
Rosa Luxemburg, idamından birkaç gün önce Alman Devrimi'nin ilk aylarındaki deneyimlerinden önemli sonuçlar çıkardı. Her halükarda, ona atfedilen sözde “hareketin kendiliğinden gelişimi” ile ilgili sözlerinin gerçek ile çok az ilgisi vardır. Rosa vardığı çıkarımı şöyle açıklıyor: "Önderliğin yokluğu, Berlin işçi sınıfını örgütlemekten sorumlu bir merkezin yokluğu böyle devam edemez. Devrimin amacı ilerlemekse, proletaryanın zaferi ve sosyalizmin bir rüyadan öte bir şey olduğunu kanıtlamaksa, devrimci işçiler kitlelerin mücadele enerjisini yönlendirebilecek ve kullanabilecek öncü örgütler kurmalıdırlar."
Bugünkü hareketin liderliği
Tüm dünyada Marksist hareketin belirli bir tarihsel dönem boyunca geri planda kaldığı bir sır değil. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik sıçrama Batı'da reformizme yeni bir temel kazandırdı. Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle birlikte Marksizm'e karşı eşi benzeri görülmemiş bir ideolojik saldırı başlatıldı. Francis Fukuyama gibi burjuvazinin en kibirli sözcüleri "tarihin sonunu" ilan ettiler, çünkü tarih liberalizmin mutlak zaferine ulaşmıştı.
1970'ler kitlesel hareketlerin ve devrimlerin yaşandığı bir dönemken, işçi hareketi 1980'lerde ve 1990'larda bir kez daha ciddi aksaklıklar yaşadı. Takip eden on yıllarda, emek hareketinin örgütleri sağ politikaya doğru kaymaya başladı.
Bir örnek vermek gerekirse: Kanada'nın Québec eyaletinde, en büyük sendika federasyonu olan FTQ "demokratik sosyalizm" taahhüdünü kendi programından çıkardı ve ikinci en büyük sendika federasyonu CSN, "Ne comptons que sur nos propres moyens" (Sadece kendi gücümüze güvenebiliriz) sloganını çıkararak programında yer alan anti-kapitalist köklerine veda etti. Örneğin CSN'nin şu anki başkanı, Quebec burjuvazisinin genel merkezi olan Conseil du patronat'ın (patronlar sendikası) 50. yıldönümü için şunları söyledi: “Bazen çatışırız ve farklı bakış açılarımız olur, ama çok iyi anlaşıyoruz. İstihdamı, iyi çalışma koşullarını teşvik etmek ve Quebec'in ekonomik büyümesini sağlamak söz konusu olduğunda birlikte çalışıyoruz.” Bu izole bir örnek olmaktan uzaktır. Bugün işçi hareketinin önderliğinin genel durumu budur.
İşçi hareketinde, Marksistlere yönelik başlıca saldırılardan biri, devrimci bir önderlik olsaydı, o zaman işçilerin her zaman mücadele içinde, her zaman eyleme hazır olacağını iddia eden karikatürize fikirdir. Bu kişilere göre sendika liderlerini, sanki liderlerin sihirli bir şekilde kitle hareketleri yaratması mümkünmüş gibi eleştirdiğimizi söylüyorlar.
Ancak bu, marksist yaklaşımın işçi sınıfı ve liderliği arasındaki ilişkinin tam bir karikatürüdür.
Daha önce de açıkladığımız gibi, işçiler sürekli mücadeleye hazır değiller. Devrimler, kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesinin kendisinden kaynaklanan istisnai tarihsel durumlardır. Ama devrimden önce ne olur? Devrimci bir durum yoksa işçi hareketinin liderliği nasıl bir rol oynamalıdır?
Tekrara düşsek bile şunu yinelemekte yarar vardır, işçi sınıfı homojen bir kitle değildir. Devrim gününe kadar, kayıtsız katmanlar, şüpheci katmanlar ve sermayenin saldırılarına karşı kararlı bir şekilde savaşmak isteyen diğer katmanlar olacaktır. Sınıf bilincinin çelişkili ve heterojen karakteri, stratejik kararlarımız için bir başlangıç noktası olarak anlamamız gereken bir gerçektir.
Sendika liderlerinin parmaklarını şıklatıp herkesi greve sürükleyecek güçleri yoktur. Ancak iyi bir liderlik, tabanı gelecek sınıf mücadelelerine hazırlayabilir. Bir eylem planı hazırlayabilir ve sendika üyelerini kitlesel bir hareket oluşturmaya yardımcı olabilecek şekilde eğitebilir. Hayır, yoktan bir kitle hareketi organize etmek mümkün değildir. Ancak evet, önümüzdeki mücadelelerde hangi taleplere ve mücadele yöntemlerine ihtiyaç duyulacağını işçilere tanıtmak mümkündür.
İyi bir siyasi liderliğin neler başarabileceğinin çok iyi bir örneği, 2012'de Québec'te gerçekleşen öğrenci grevi gösterilebilir. 2010 yılında, Quebec'teki liberal hükümet öğrenim ücretlerinin artırılacağını belirtti. Bunun hemen ardından, üniversitelerdeki aktivistler kendilerini organize etmeye ve savunma mücadelesine hazırlanmaya başladılar. Mart 2011'de, eğitim ücretlerine %75 zam yapılacağı açıklandı ve bu açıklama 2012 sonbaharında uygulamaya konuldu.
O zamanki en radikal öğrenci birliği olan ASSÉ'nin liderliği, 2011 yılında öğrencileri öğrenim ücretlerindeki artışın ne anlama geleceğini konusunda bilgilendirmeye başladı. Öğrencilerin seferberliği süresiz genel grev düzenlemeye yönelikti. Kendilerine anarşist diyen çoğu ASSÉ aktivisti, "liderlik" teriminin faaliyetleriyle ilişkilendirilmesini kesinlikle istemedi. Ancak olaylara farklı bir isim vererek gerçekliği değiştiremezsiniz. Her halükarda, bu aktivistler hareketin örgütlenmesinde başrol oynadılar ve bunu iyi bir şekilde yaptılar!
İsteklerinden geri adım atamayan ASSÉ yönetimi, Kuzey Amerika tarihinin en büyük üniversite grevini düzenledi.
Başrol oynamak, hiçbir şekilde tabanların mümkün olan en büyük katılımıyla çelişmiyor. Aksine, ASSÉ liderliğinin bir yol gösterdiği binlerce aktivist eğitim ücretlerindeki artışa karşı mücadele etmek için siyasi olarak hazırladığı için, Québec'teki harekete aktif olarak katılan yüz binlerce öğrencinin mücadele ruhunu ve yaratıcılığını ateşleyebildi.
Üniversite grevi örneği, iyi bir liderliğin oynayabileceği rolü göstermektedir. İleriye doğru bir yol gösterilerek insanların mücadeleye aktif katılabileceği koşullar yaratılabilir. Tabii ASSÉ yönetimi de bazı hatalar yaptı. 2012 yazında, Liberaller bir seçim ilan ettiklerinde, ücretsiz eğitimi destekleyen tek ana parti olan Québec Solidaire'i desteklemeyi reddettiler ve bunun yerine seçimlere kayıtsız kaldılar. Bunun üzerine çoğu öğrenci Liberalleri yönetimden kovmak için greve son verdi. Bu hareketin detaylı analizini başka bir makalede yaptık. Ancak bu hata, bu hareketten öğrenebileceğimiz en önemli dersi değiştirmez: liderliğe ihtiyaç vardır.
İşçi hareketinin ve sendikaların liderliği sorunu dünya çapındaki yakıcı bir sorundur. İşçilerin mücadele etmek istemediklerini ne sıklıkla duyuyoruz? Grevin kolay bir şey olmadığını çokça duyuyor musunuz? Quebec'te kamu sektörü sendikaları bir yılı aşkın süredir pazarlık yapıyor. Sağcı CAQ (Quebec'in Geleceği Koalisyonu) liderliğindeki hükümet pes etmiyor ve gülünç derecede küçük tavizler vermek istiyor. Bazı öğretmen sendikaları süresiz grev için tartışırken, diğer sendikalar sadece beş günlük grevin oylanmasına izin verdiler ve grev günlerinin "uygun bir zamanda" belirlenmesini istediler. Bu yaklaşımı başka yazılarımızda zaten eleştirdik.
Quebec'te Fightback (IMT Kanada örgütü) tarafından düzenlenen halka açık bir toplantıda, bu sendikalardan birinin beş günlük grev yetkisine sahip yerel başkanı, sendika liderliğinin rolüne ilişkin görüşünü şu şekilde açıkladı:
"[Grev yapılıp yapılmayacağına] karar vermek bize bağlı değil, bu üyelerin kararıdır ve onları bilgilendirirsek bunu yapmayı seçebilirler... FSE'de [sendika] süresiz grev çağrısında bulunabilirdik, ancak Plateaux'ta [yerel sendika şubesi] süresiz greve gidelim diyen delege görmüyorum... Bilgi paylaşmalıyız, sendika liderleri olarak bizler birer kuklayız, insanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek zorunda olan biz değiliz... Eğer birisi yerel genel kurula gelip, 'Süresiz grev istiyorum' deseydi, bunu gönülden desteklerdim, sevinçten patlardım."
Buradaki emsal durumu diğer tüm işçi hareketlerinde de görebiliriz. İşçiler süresiz genel grev yöntemini kendi inisiyatifleri ile savunmazlarsa, bu mantığa göre sendika yönetimi genel grev yolunu öneremez. Bu mantık kendi kendini doğrulayan bir kehanettir: eğer liderlik hiçbir şey yapmazsa ve üyelere cesur bir çözüm sunmazsa (ki bu "insanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek" olarak kabul ediliyor), o zaman işçilerin mücadele edebileceklerine ve kazanabileceklerine dair güvenlerinin olmaması mantıklıdır ve militan yöntemleri işçiler kendi kendileri önermeyeceklerdir!
Hemen bir parmak şıklatma ile kitlesel bir hareket organize edebilirsiniz demiyoruz. Ancak sendika liderlerinin rolünün sadece bir bilgi ofisi olmak ve üyelerin radikal çıkarımlara varmasını beklemek değil, bu kitlelere bir liderlik sağlamak olduğunu söylüyoruz. Sendika yönetimi bir eylem planı oluşturmalı, üyeleri eğitmeli, özgüven vermeli ve böylece tıpkı üniversite hareketinin liderliğinin 2012'de yaptığı gibi, üyelerinin tavizsiz sınıf mücadelesine hazır olması için koşullar yaratmalıdır.
İşçi hareketi için sosyalist bir liderlik inşa etmek
Şu anda işçi hareketi kapitalist sisteme inanan ya da onu devirmenin bir yolunu görmeyen insanlar tarafından yönetiliyor. Sendika yönetimleri işçilerin yaşam gerçeğinden tamamen kopuk. Sermayeye karşı mücadeleyi örgütlemek yerine statükonun korunmasına katkıda bulunmayı tercih ediyorlar. Kendi tabanlarının yaratıcılığı ve mücadele ruhu söz konusu olduğunda, derinden şüphecidirler.
Kriz koşullarında, işçi hareketinin mevcut liderliği kapitalist gerçeklikle giderek daha fazla çatışmaya girecektir. Yakında her yerde kemer sıkma ve acı reçete paketleri uygulamaya konulacaktır. Kapitalizm gerçek yüzünü her geçen gün daha net gösterecektir ve bu da çalışanlar için sonu olmayan korku ve ıstırap anlamına gelir. Sözde Covid-19 ile mücadele eden hükümetlerimizin nasıl birer birer bu politikaları uygulamaya koyduklarını gördük.
Peki, işçi hareketinin liderliği işçilere karşı olan saldırılara izin verirse ve hiçbir şey yapmazsa ne olacak? Sözde temsil ettikleri işçilerin gözünde kendilerini itibarsızlaştıracaklardır. Trotsky, bu sürecin nasıl gerçekleşeceğini şöyle açıklıyor: "Aksine, liderlik, farklı sınıflar arasındaki çatışmalar veya belirli bir sınıfın farklı katmanları arasındaki sürtüşme sürecinde oluşur. Bir kere yükselmeye başladığında liderlik her zaman sınıfın üzerine basarak yükselir ve böylece diğer sınıfların etkilerine ve baskılarına maruz kalır. Proletarya, zaten tam bir iç yozlaşmadan muzdarip, ancak büyük olaylar ortasında bu yozlaşmayı henüz ifade etme fırsatı bulamamış bir önderliğe uzun süre "hoşgörü" gösterebilir. Önderlikle sınıf arasındaki çelişkiyi keskin bir şekilde ortaya çıkarmak için büyük bir tarihsel şok gereklidir.”
Covid-19 ve yeni başlayan ekonomik kriz bu tarihi şoklardan biridir. Dünyanın her yerinde kitlelerin öfkesi artıyor. İşçiler işsizlikten, yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesinden muzdaripken, zenginler her geçen gün yükselen servetlerinin üzerinde oturuyorlar. Tüm dünyada devrimler çağına girilirken, işçi hareketinin önderliği hâlâ geçmişte kalmış durumda.
Peki, sosyalistler bu aşamada neler yapabilirler?
Dünya Endüstri İşçileri (IWW) örgütünün bir aktivisti, “Sosyalist Liderler Sendikaları Kurtaramayacak” başlıklı yakın tarihli bir yazıda şöyle diyor:
"İnsanlar liderliğin bir kuşağa ve taca sahip olma meselesi olduğunu, bir pozisyona seçilmeniz sayesinde tüm bu güvenilirliğe sahip olduğunuzu ve herkesin sizi dinleyeceğini düşünüyor - ve bu kesinlikle doğru değil. Aslında, sadece zemini buna uygun hale getirmeniz gerekiyor. Bunu bir sendika görevlisi olarak yapamayacağınız anlamına gelmiyor, ancak sendika görevlisi olmanın buna katkısı da söz konusu değil.
Bir anlamda anarko-sendikalist yoldaşlarımızla hemfikiriz. Sosyalist bireylerin, militan sosyalist politikaları hayata geçirmek için tabanda hiçbir temeli olmayan bir sendikanın içinde kendilerini lider pozisyonlara paraşütle inme eğilimine karşı çıkıyorlar. Liderlik yapılarında izole olmamak ve bürokrasi tarafından yutulmamak için kısayollar arayan sayısız derecede iyi niyetli aktivistlerin örnekleri vardır. Marksistler, önce bir temel oluşturmadan liderlik pozisyonları almaya tamamen karşıdırlar.
Ancak bundan, taban örgütlenmesi ve sendika liderliği arasında uzlaşmaz bir zıtlık türetmek temelde yanlıştır ve sorunun sadece bir tarafını ele alır. Pek çok reformist sendika lideri, seçilmiş yetkililerin taban düzeyinde örgütlenemeyeceği fikrine katılıyor, çünkü bu onları sorumluluktan kurtaracak! Buna ek olarak, tabanların kendisinin harekete geçirilmesi aynı zamanda liderlik çalışmalarının bir ifadesidir - pratikte meslektaşlarınıza rehberlik etmek anlamına gelir. Ama ya halihazırda temeli organize ettiyseniz, o zaman ne olacak? Ya önde gelen sendika pozisyonlarındaki insanlar aktif olarak tabanları dağıtmaya çalışırlarsa? O zaman onları durdurmalıyız. Ama nasıl? Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, militan sınıf savaşçılarını, işçilerden kopuk sendika liderlerinin karşısına çıkarmak için harekette iyi bir liderliğe duyulan ihtiyaca geri dönüyoruz.
Peki sosyalistler emek hareketinde nasıl bir rol oynamalı? Diyoruz ki: Evet, tabanları örgütlemeli, sınıf mücadelesi yöntemlerini savunmalı, işçileri kapitalist sisteme karşı mücadeleye hazırlamalıyız. Bu temelde, sendikalarda liderlik pozisyonları almak ve harekete liderlik etmek için gereken işçiler arasındaki güven ve yetkiyi kazanmaktır diyebiliriz. Bunu yapmanın en iyi yolu ise aynı devrimci örgütte yer almaktır.
Gerçek şu ki, sendikalarda kendilerini sosyalist olarak gören bir takım bireyler var. Ancak bu tek başına sendikaların karakterini değiştirmez. Sorun şu ki, bu insanlar çoğunlukla izole edilmiş durumdalar ve arkalarında mücadele etmek istemeyen sendikal aygıtın direnişine karşı gerçek sosyalist politikalar yürütmelerini sağlayacak bir örgütleri yok. Sendikal harekette gerçek bir ağırlığa sahip olmak için, sosyalizmin gerekliliğini anlamış olanları aynı örgütte birleştirmek gerekir.
Tarih birçok kez göstermiştir ki sadece işçi hareketinin kendisi değil, devrimci bir örgüt kuramayan sosyalistler veya radikal yalnız savaşçıların mücadeleleri ne kadar iyi niyetle olursa olsun sonunda kaçınılmaz olarak yenilgiye uğramıştır. Örneğin, son derece saygı duyulan ama devrimci bir parti kurulması gerektiği fikrinden uzun zaman önce vazgeçmiş eski bir komünist aktivist olan Angela Davis bize fikir verebilir. Son ABD seçimlerinde Demokrat Parti’yi ve onun adayı Joe Biden'ı destekledi. Aynı şey anarşist Noam Chomsky veya "akademik Marksist" David Harvey için de geçerlidir. Siyaset örgütler tarafından yapılır. Eğer kişi örgütsel bir alternatif oluşturmazsa, kaçınılmaz olarak kendini mevcut seçeneklerin "daha az kötüsüne" teslim eder.
Devrimci iyimserlik
Sınıf bilinci belirli koşullar altında çok ani gelişebilir. Büyük protesto hareketlerine ve hatta devrime aktif olarak katılan çoğu insan daha önce özellikle siyasetle ilgilenmiyordu ve oldukça ilgisizdi. İnsan bilinci normal koşullarda muhafazakardır, ancak devrimci ve radikal bir gelişme potansiyeline sahiptir.
Şüpheciler her zaman işçi sınıfının zayıf taraflarını vurgular, sınıfın kayıtsız ve demoralize katmanlarına işaret eder ve bundan üretilecek devrimin imkansızlığını savunurlar. Biz Marksistler ise sınıfımızın devrimci potansiyelini her zaman vurguluyoruz.
Hayır, işçiler her zaman bir devrime önderlik etmeye hazır değildir. Ancak sosyalist fikirlerin işçi hareketinde otorite kazanması için şimdiden mücadeleye başlarsak, kitleler harekete geçtiğinde muzaffer bir devrime katkıda bulunabiliriz.
Covid-19 salgınının ardından, dünya çapında milyonlarca işçi yoksulluk içinde yaşamanın ve gelecek kaygısıyla boğuşmanın ne demek olduğunu en acı şekilde tecrübe ediyor. Bu kaosun dışında, gözlerimizin önünde kapitalist sisteme karşı savaşmaya hazır yeni bir nesil ortaya çıkıyor.
George Floyd’un öldürülmesine tepki olarak geçen yıl patlak veren etkileyici "Black Lives Matter" hareketi, artan radikalleşmenin dünyadaki en büyük emperyalist süper güçte bile durdurulamayacağını göstermiştir. Marksistler sarsılmaz iyimserliklerini bu mücadeleleri inceleyerek oluştururlar.
Sosyalist devrim kendiliğinden gerçekleşmeyecek. Harekette sosyalist bir programı bilerek temsil eden aktivistlere ihtiyacı var. Tek başına kimse bir fark yaratamaz. Ama ortak bir pankart altında, ortak bir program ve teori inşası temelinde, herhangi bir yalnız savaşçının yapabileceğinden çok daha büyük bir etki yaratabiliriz. Devrimci bir organizasyonun parçası olarak, kendinizi eğitme ve geliştirme fırsatı elde edersiniz ve başkalarının politik olarak gelişimine yardımcı olursunuz. Devrimci bir örgütün parçası olarak, şimdiye kadar işçi sınıfını bir yenilgiden diğerine yönlendiren mevcut örgütlere siyasi bir alternatif oluşturmaya yardımcı oluyorsunuz. Devrimci bir örgüte katılarak Marksizmin fikirlerinin işçi sınıfında yayılmasına yardımcı oluyorsunuz. Enternasyonal Marksist Eğilim’in (IMT) işçilere, gençlere, kadınlara ve toplumun tüm ezilenlerine yaptığı teklif budur. Sizleri, hepimizden daha büyük olan bu projeye katılmaya davet ediyoruz.
Son sözü, suikasttan birkaç ay önce bize şu satırları bırakan Leon Trotsky’e bırakıyoruz:
"Uzun süreli bir ölüm ıstırabı yaşayan kapitalizmi nasıl alt edeceğimizi düşünmezsek, bu acılardan bir kaçışımız olamaz. Uzun savaşlara, ayaklanmalara, kısa ateşkes antlaşmaları sonrasında tekrar vuku bulacak olan isyan ve savaşlara hazırlanmamız gerekir. Genç bir devrimci parti bu perspektife dayanmalıdır. Tarih ona kendini sınaması, deneyim biriktirmesi ve olgunlaşması için yeterli fırsat ve imkânları sağlayacaktır. Öncü kadroların safları ne kadar hızlı gelişirse, kanlı sarsıntılar dönemi o kadar kısalır, gezegenimiz o kadar az yıkıma uğrar. Ancak devrimci bir parti proletaryanın başına geçene kadar büyük tarihsel sorunlar hiçbir şekilde çözülmeyecektir. Tempo ve zaman aralıkları sorunu çok önemlidir; ama bu sorun ne genel tarihsel perspektifi ne de politikamızın yönünü değiştirir. Çıkaracağımız sonuç basit: proletaryanın öncülerini on misli enerjiyle eğitme ve örgütleme işini sürdürmemiz gerekir."