Bu yıl, Modern LGBT hakları hareketinin başlangıcını oluşturan 28 Haziran 1969'daki Stonewall ayaklanmalarının 50. yılı. 1960'ların diğer devrimci olaylarını takiben, New York Mattachine haber bülteni tarafından “bir iğne ucunun yere düşmesinin tüm dünyada büyük bir yankıyla duyulması” olarak tanımlanan isyanlar, LGBT bireyler arasında bireyselleştirilmiş, küçük ölçekli aktivizmden kitlesel protesto ve gösterilere doğru bir kaymaya geçerek tüm dünyada ölçek atladı.
Stonewall'u takip eden yıllar, Gay Liberation Front'un (GFL) ve tarihteki ilk Onur Yürüyüşü'nün başlangıcı oldu. Ancak, neredeyse başlangıcından itibaren hareket, iç çatışmalarla parçalandı. Stonewall isyanları ve sonrasında yaşananlar bugün LGBT hareketi için pek çok ders içeriyor.
Olayların arkaplanı
Sosyalistler olarak bu olayları, onlardan siyasi dersler çıkarmak ve hareketin sınırlarını ve güçlü yanlarını anlamak için inceliyoruz. Ayrıca olayları tarihsel bağlamlarına da yerleştirmemiz gerekiyor. İki ana bağlam vardır: 1960'larda sınıf mücadelesinin ve diğer kurtuluş mücadelelerinin yükselişi; ve LGBT hareketinin işçi hareketinden tarihsel izolasyonu.
19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, işçi hareketi eşcinselliği suç olmaktan çıkarma talebini üstlendi. 1898'de Magnus Hirschfield'in eşcinselliği suç olmaktan çıkarmak için öne sürdüğü dilekçe, o zamanın en büyük sosyalist partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) tarafından Alman parlamentosunda desteklendi. 1921'de Hirschfield'ın kuruluşu olan Cinsel Araştırmalar Enstitüsü (Institute for Sexual Research), yeni kurulan SSCB'den de bir delegenin katıldığı "Cinsel Reform Kongresi" başlattı.
Eşcinselliğin gerçek doğası o zamanlar tam olarak anlaşılmamış olsa da, komünistler burjuva toplumundaki her türlü baskıyı ortadan kaldırmaya kararlıydılar. Bu nedenle, 1917 Bolşevik devriminden sonra, Sovyetler Birliği eşcinselliği suç olmaktan çıkardı. Bu ilerici kararı, İngiltere ve ABD gibi Batı'daki diğer birçok ülkeden on yıllar önce aldı.
Ancak bütün bunlar, Stalin iktidara geldiğinde sökülüp atıldı. Stalinist bürokrasi, büyük ölçüde Çarlık aygıtlarından oluşuyordu. Sözde komünizm anlayışları, burjuva toplumunun tüm önyargılarının ardında yatan ince bir maskeydi.
Ayrıca, endüstriyel ekonominin yeniden inşası sırasında, Stalinistler, kapitalist ilkel birikime benzer şekilde, işçi üreten bir ekonomik birim olarak heteroseksüel burjuva aileyi temel aldılar. Bu nedenle, erken Bolşevik hükümeti tarafından kabul edilen reformların çoğunu tersine çevirdiler.
Üçüncü Enternasyonal'in komünist partilerinin çoğu, cinsel azınlıkların her türlü savunulmasını terk ederek, eşcinselliğe yönelik bu gerici tutumu özümsedi. Bu politika, işçi hareketinin çoğunun, ancak 1969'dan sonra tersine dönmeye başlayacak olan LGBT haklarına karşı duyduğu ilgisizliği açıklıyor.
1930'lardaki işçi hareketinin çoğu, Stalin'in bu politika değişikliğini önemli bir sorun olarak görmese de, işçi sınıfındaki gay erkekler tarafından şiddetle hissedildi. Bu, Harry Whyte'ın Stalin'e yazdığı mektupta da görülebilir. Komünist Parti üyesi ve eşcinsel bir adam olarak, Stalin'in Ekim Devrimi'nde kaydedilen tüm ilerlemeyi tersine çevirmesiyle açıkça kafası karışmıştı. Eşcinsellerin tutuklanmaya başladığını görünce şok oldu. Mektubunda şunları yazdı:
“Kişi, ortadan kaldırılamaz eşcinsellik diye bir şey olduğunu kabul etmeli -bunu çürütecek bir gerçekle henüz karşılaşmadım- ve sonuç olarak, bana öyle geliyor ki, toplumdaki bu azınlığın varlığının kapitalist ya da sosyalist toplum farketmeksizin kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gerekir. Bu durumda, varoluşlarından hiçbir sorumluluk taşımadıkları ve isteseler de değiştiremeyecekleri ayırt edici özelliklerinden dolayı bu kişilerin cezai yaptırıma tabi tutulmasına hiçbir gerekçe bulunamaz.”
Bu içten yapılan çağrıya karşılık, Stalin sadece birkaç kısa cümle yazdı: “Arşiv. Bir aptal ve bir dejenere. J.Stalin.”
İzolasyon
Eşcinselliğin Stalinist bürokrasi tarafından gerici olarak yeniden suçlanması, ortaya çıkan LGBT hareketini önümüzdeki on yıllarda işçi hareketinin geri kalanından izole etti. Sosyal demokrat partilerin ve sendikaların liderleri de bunu düzeltmek için hiçbir şey yapmadılar, önyargı ve baskıya karşı savaşmaktansa burjuva ahlakına uymayı seçtiler. Stalinist ve reformist sendika liderlerinin uygulağı bu gerici politika işçilerin eğilim ve yaşantılarını kısıtladı.
ABD'deki McCarthycilik döneminde, eşcinseller 'lavanta korkusu' (lavender scare) olarak bilinen dönemde işlerinden ve evlerinden kovuldular. Gay erkekler ve lezbiyenler güvenlik açısından bir risk ve büyük olasılıkla komünist sempatizanlar olarak kabul edildiler. Bu dönemin kurbanları sendikalardan ve genel olarak işçi hareketinden hiçbir destek görmediler. 1969'dan önce sendikalar, LGBT topluluğunun karşılaştığı sorunları büyük ölçüde görmezden geldi.
Bu izolasyon bağlamında, Stonewall isyanlarının LGBT hakları için kitlesel bir hareket başlatması oldukça şaşırtıcıdır. Bununla birlikte, Stonewall olaylarının geçen yüzyılın siyasi olarak en çalkantılı on yıllarından birinin hemen ardından meydana gelmesi ise tesadüf değildir.
Sadece bir yıl önce, 1968'de dünya, aralarında Fransa, Pakistan ve Meksika gibi birçok farklı kıtalardaki ülkelerin de bulunduğu devrimci dalgalar ve gösterilerle sarsıldı. 1960'ların sonlarında ayrıca Çekoslovakya'da Prag Baharı ve ABD'de sivil haklar ve Vietnam Savaşı karşıtı hareketin yükselişi görüldü. Tüm dünyada, statükodan derin bir memnuniyetsizlik vardı. Sonuç olarak, sınıf mücadelesi yeniden gündeme geldi ve insanlar kitle hareketlerinin bir şeyleri değiştirebileceğini öğreniyorlardı.
1960'ların sonundaki devrimci ruh hali, Stonewall isyanlarına önemli bir arka plan sağladı. Olaylar bardakilerin isyanı ile başlamış olsa bile, gündelik hayatlarındaki problemlerden bıkmış olan kitlelerin de katılımıyla küçük çaplı gösterilerden bir isyana doğru evrildi.
Kaynama noktası
Kısmen olarak LGBT hareketinin emek hareketinden ayrılması nedeniyle, LGBT hakları aktivistleri siyasetten uzaklaşmıştı. Kendi deyimiyle "homofil hareket" olarak anılan bu hareket, eşcinselliğin ne burjuva çekirdek ailesi ne de batı kapitalist toplumu için bir tehdit olmadığını kanıtlamayı amaçlıyordu.
Bununla birlikte, işçi sınıfının küresel çapta artan radikalleşme ve daha geniş demokratik haklar talebi bağlamında, LGBT hakları için ileriye doğru birkaç büyük adım atıldı. Örneğin Britanya'da, 1967'de, Stonewall isyanlarından iki yıl önce, İşçi Partisi (Labour Party) hükümeti eşcinselliği suç olmaktan çıkardı. 2013 yılına kadar ise ABD’de eşcinselliğin suç sayılması tam anlamıyla ortadan kalkmamıştı.
Bununla birlikte, bu mücadelenin sınıflı toplumun temelini tehdit etmediği için, kapitalizmin nihayetinde kabul edebileceği bir reform olduğunu anlamak da önemlidir.
Eşcinselliğin yasallaştırılması ileriye doğru atılmış önemli bir adımdı. Ancak eşcinsel topluluğunun küçük, ayrıcalıklı bölümlerinin dışındaki herkes için hala çok ciddi sorunlar vardı. Özellikle işini kaybetme korkusu, günlük aldığı ücretle yaşayanlar için ürkütücüydü. 1969'dan önce nefret suçlarının yaygınlığına ilişkin çok az veri toplandı, ancak bunların ne kadar yaygın olduğunu hayal etmek kolaydır.
Bu durum haberlerle de desteklenmektedir. Örneğin, 9 Mart 1969'da, Stonewall isyanlarının başlamasından sadece birkaç ay önce, Howard Efland adındaki eşcinsel bir adam Los Angeles Bölge Polisi tarafından dövülerek öldürüldü. O zamanlar New York'ta açıkça eşcinsel olmak neredeyse imkansızdı. Eşcinsel dans yasaklandı ve barların eşcinsellere alkol servisi yapmasına izin verilmedi. İnsanlar kendilerine atanan cinsiyete göre uygun görülen giysilerden üçten az giysi giyerse hapse atılabiliyordu. Bu, polis ve halk tarafından sürekli tacizin yanı sıra eşcinsel olmayı tehlikeli ve bazen ölümcül hale getirdi.
New York'taki Stonewall barı, eşcinsel erkeklerin dans etmesine izin verilen tek bardı. Trans bireyler, travestiler ve lezbiyenler de dahil olmak üzere eşcinsel topluluğunun tüm yelpazesi tarafından sıkça kullanılan ve temel müşterisi gay erkekler olan bir bardı. Hakkında çıkan söylentinin aksine, genç evsiz erkekler ana müşteri değildi. Ancak evsiz erkekler de genellikle bar korumalarını geçmeye çalışırlardı ve diğer bar müşterileri tarafından onlara da içki ısmarlanırdı. Bar korumaları sadece birkaç travestinin içeri girmesine izin veriyordu ama bu, şehirde bulunan onların içeri alındıkları sadece iki bardan biriydi.
Gay barlara polis baskınları oldukça sıktı ve ayda bir kez oluyordu. Bu baskınlar tamamen insanlık dışıydı. Işıklar açılır, böylece yasadışı sayılan eşcinseller dans ederken yakalanmamak için hızla partnerlerinden ayrılırlardı. Müşteriler sıraya dizilirdi ve 'doğru' giysilerden en az üçünü giydiklerinden emin olmak için kontrol edilirlerdi. Ancak, o zamanlar bu durum sıradandı ve insanlar nadiren protesto ederlerdi - büyüyen öfkenin kaynamasına rağmen. Stonewall isyanları, bu öfkenin kabardığı olağanüstü andı.
Stonewall’da ne oldu?
28'i gecesi baskın, her zamankinden daha ciddiydi, çünkü polis, barın sahibi olan mafyalar tarafından barı kapatması için rüşvet almıştı. Barın sahibi olan mafyalar barı daha varlıklı olan müşterilerin kullanmasını istiyordu. Orada çoğu daha önce hiç polis baskınına uğramamış yaklaşık 200 kişi vardı.
Müşteriler sıraya girerken, kadın olarak giyinmiş müşteriler, polis memurlarıyla birlikte, cinsiyetlerini doğrulamak için soyundukları tuvalete gitmeyi reddetti. O gece barda lezbiyenlerden bazılarına saldırmaya başlayan polis tarafından teşvik edilen bir öfke ve rahatsızlık duygusu yayılmaya başladı. Polisler, müşterileri ararken uygunsuz bir şekilde vücutlarına dokundular. Bara giriş sırasında bekleyen erkekler kimliklerini göstermeyi reddetti. Polis, müşterileri tutuklama kararı aldı.
Barın önünde bir kalabalık toplandı. Başlangıçta, tutuklanmadan serbest bırakılanlar sadece bardan müşterilerdi, ancak bu durum hızla büyüdü. Bozuk paralar ve bira şişeleri bir polis devriye arabasına atıldı. Bir lezbiyen bardan dışarı çıkarıldı. Kelepçelerinin çok sıkı olduğundan şikayet ettiğinde, kafasına sopayla vuruldu. Polis onu sürükleyerek uzaklaştırmaya çalışırken, olay yerindekilere seslendi: “Neden bir şey yapmıyorsunuz?” İşte tam da o anda insanlar bir şeyler yapmaya başladı.
Bu noktada, kalabalık 500-600 kişiye ulaştı. Bu kişilerin çoğu eşcinsel değildi ama sokağın aşağısındaki ve yukarısındaki barlarda oluşan kargaşadan etkilenmişlerdi. O zamanlarda gerçekleşen diğer siyasi gösterilere katılmış olan pek çok kişi de polise karşı benzer bir horgörüye sahipti. Bunlardan biri de Vietnam Savaşı protestoları sırasında polis şiddetine maruz kalan folk müzik sanatçısı Dave van Ronk'tu. Dave daha sonra, "Bana kalırsa, polislere karşı duran herkes benim için olumludur ve bu yüzden onlarla birlikte oradaydım" dedi.
Bu noktada, protesto bir isyana dönüştü. Gerisi ise tarihe geçti. Aşağıladıkları ve kadınsı gördükleri eşcinseller tarafından geri çekilmeye zorlanan polisler sert bir şekilde mekanlara girdi ve sokakları vahşice boşalttı. Ancak ertesi gün, New York Times, New York Post ve Daily News tarafından ele alınan isyan haberleri bu hareketin yayılmasına yardımcı oldu.
O gece binlerce insan Stonewall Inn'in önünde toplanmıştı. Polisler ile olan çatışma gece saat dörde kadar devam etti. Bu, protestoların üçüncü gününde tekrarlandı.
Militan hareket
Stonewall isyanları türünün ilk örneği olmasa da, olaya binlerce insan katıldığı için olağanüstüydü. Altı günden fazla sürdü ve birçok yeni eşcinsel eylemci grubunun oluşumuna yol açtılar.
Burjuva tarihçiler ve gazeteciler, görünüşte bu kadar ezilmiş ve uysal bir insan grubunun neden bu kadar aniden öfkelendiğini ve isyan edebildiğini açıklamaya çalışmak için her türlü iddiada bulundular. Bu iddiaların en ünlüsü, eşcinsel topluluğunun Judy Garland'ın ölümüyle ilgili üzüntüsüne bağlanmasıydı; bu, basmakalıp ve alçaltıcı olduğu kadar aptalca olan bir iddia. O günlerin bir tanığı olarak, Bob Kohler şunları söyledi:
"İnsanlar Judy Garland'ın ölümünün isyanla yakından ilgisi olduğunu söylediğinde, bu beni deli ediyor... Judy Garland orta sınıf eşcinsellerin orta yaşlı sevgilisiydi. Buna üzülüyorum çünkü bu görüş her şeyi önemsizleştiriyor."
Marksistler çok daha basit bir açıklama olduğunu biliyorlar. İnsanlar yüzeyde uysal ve itaatkar olsalar da, sürekli insanlık dışı ve kötü muamele, sonunda ifade edilmesi gereken muazzam bir öfke birikmesine yol açabilir. Bu olduğunda ise sonuçları deprem etkisi yaratır.
Gay Kurtuluş Cephesi (GLF), ayaklanmalardan sonra kurulan ana örgütlerden biriydi. Christopher Street’de düzenlenen özgürlük yürüyüşüne katılanların çoğu bu oluşuma katıldı. Ancak bu örgütün önemli bir kısmı, ayaklanmalara katılan ve aynı zamanda Vietnam Savaşı karşıtı hareket gibi diğer mücadelelere katılan oldukça militan gençlerden oluşuyordu. Bu örgüt, kendisinden önce gelen birçok oluşumdan çok daha cesurdu ve adında açıkça “gay” kelimesini kullanıyordu. Kurtuluş Cephesi isminin kullanılması bile Cezayir ve Vietnam Ulusal Kurtuluş Cepheleri gibi diğer gruplara atıfta bulunuyordu.
Homofil harekette oldukça öne çıkan Frank Kameny ve Barbara Gittings gibi eylemciler için militanlığın yükselişi açıktı. Katıldıkları ilk GLF toplantısında genç bir militan üye onlarla yüzleşti ve hareketle ilgili olan militan görüşlerini örtaya koydu.
GLF, homofil hareket tarafından desteklenen burjuva ahlakına uygun hareket etme taktiğini yıktı. Takdire şayan bir şekilde, LGBT bireylerin karşı karşıya olduğu büyük miktardaki önyargıyı da göz önünde bulundurarak, GLF, Kara Panterler (The Black Panther Party) ve savaş karşıtı göstericiler gibi diğer gruplara da ulaşma girişimleri yaptı. 1960'ların devrimci ruh halini çok yakından yansıtan bir amaç olan “Amerikan toplumunu yeniden yapılandırmak için birlikte çalışmayı” hedeflediler.
Ancak, bu hareketin net bir siyasi yönü yoktu. Bu "yeniden yapılanmanın" neye benzeyeceğini bilmiyorlardı. GLF liderliğinin çoğu açıkça anti-kapitalist bir duruş sergilerken, çok azı burjuva toplumunda LGBT bireylere olan baskının kökenlerini anlayan komünistler veya Marksistlerdi.
Bu netlik olmadan, örgüt iç çatışmalar nedeniyle kuruluşundan 4 ay sonra dağıldı. Ancak, GLF'nin bazı alt bölümleri mücadeleye devam etti ve LGBT topluluğu için önemli ilerici adımlar attı. Buna elektroşok tedavisine karşı gösteriler düzenlemek ve eşcinselliğin Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından hastalık olarak sınıflandırılmasının kaldırılması da dahildir.
Kimlik siyaseti
Kimlik siyaseti, kitlesel siyasi mücadelenin farklı grupların sorunlarını çözebileceği fikrini reddetmek anlamına gelir. Genellikle baskının neden kaynaklandığının yanlış anlaşılmasına dayanır - örneğin, erkeklerin kadınları ezmesinin insan doğası olduğunu iddia etmek. Bu öyle olsaydı, kadın ve erkeklerin siyasi değişim için birlikte mücadele etmelerini imkansız hale getirirdi.
Ancak Marksistler olarak durumun böyle olmadığını biliyoruz. Sınıflı toplumun ortaya çıkmasından önce, bugün gördüğümüz baskının var olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Kadınlara ve LGBT bireylere yönelik baskının kökleri sınıflı toplumdadır.
Her iki tarafta da hâlâ patronlar ve işçiler varsa, bir grubun diğerine karşı ayrılıkçılığı baskıyı ortadan kaldırmaz. Bununla birlikte, 1970 ve 1980'lerde, bu argümanlar çok popüler hale geldi ve net sosyalist fikirlerden yoksun toplumsal hareketlere yayıldı.
Stonewall sonrasında kimlik politikalarının olumsuz etkisi netlik kazandı. GLF'den geriye kalanlar parçalanmaya devam etti. Lezbiyen ve etnik azınlık grupları ile Lavender Menace, Gay News ve London Lesbian and Gay Switchboard gibi diğer gruplar hızla dağıldı.
Bu durum, bu küçük grupları kuranların hatası değildi. Çoğu zaman bölünmeler, hareket içindeki cinsiyetçiliğe ve ırkçılığa veya diğer ciddi anlaşmazlıklara bir yanıttı. Bireylerin uğruna savaşacakları net bir hedef olmadığı için hareketi bir arada tutan hiçbir şey yoktu.
Sonuç olarak, HIV krizinin yarattığı birleştirici etkiye kadar birçok grup izole ve dağınıktı. Kimlik ve iç anlaşmazlıklara dayalı iç çatışmalar olmasaydı, aradan geçen on yılda çok daha fazlası başarılabilirdi. Anlaşmazlıkların var olması sorun değildir. Ancak siyasi netlik olmadan, daha fazla bölünme dışında bu sorunlar hiçbir şekilde çözülemezdi.
Kolektif güç
"Stonewall'da ilk taşı siyah bir trans kadın attı", Stonewall tarihinin modern LGBT anlatımlarında yaygın bir söylemdir. Gerçekte, ilk taşı kimin attığını bilmiyoruz ama polis tarafından tutuklanan isimsiz bir lezbiyenin ve Marsha P. Johnson gibi aktivistlerin olaylarda ve sonrasında gelişen hareketlerde önemli roller üstlendiğini biliyoruz.
Ancak ilk taşı atan kişinin kimliği değil, kitlesel gösterilerin ve isyanların ortak gücü etkili oldu. Aslında, ilk isyancılara birçok farklı gruptan insanlar katıldı. Burjuva tarihçileri, bireyin rolünü vurgulamak adına bu önemli gerçeği sıklıkla gizler.
Stonewall isyanları, kitle hareketleriyle elde edilebilecek sonuçları gösteriyor. Bu, LGBT hakları mücadelesinde belirleyici bir an olarak övülmelidir. Bununla birlikte, modern hareketin GLF'nin parçalanmasından dersler çıkarması gerekiyor.
LGBT mücadelesi işçi hareketiyle bağlantılı olmalı ve net, sosyalist bir siyasi programa sahip olmalıdır. Stalinizmin işçi hareketini eşcinsel hakları mücadelesinden ayırmadaki rolü ve eşcinsel hareketinin net bir siyasi yönünün olmaması elde edebileceğimiz hakları hala alamamamıza sebep oluyor.
Buna ek olarak, bu durum, eşcinsel hakları hareketini, genellikle LGBT topluluğunun diğer üyelerini düşman olarak gören, kimliğe dayalı olarak daha küçük gruplara ayırmaya yönelik uzun bir eğilimin başlangıcıydı.
Bu eğilim, bugün siyasi hareketlerde tekrarlanıyor. Örneğin, İngiliz İşçi Partisi (Labour Party) içindeki trans kadınları tüm kadınlardan oluşan kısa listelere koyma konusundaki tartışmalarda bu durumu görebiliriz. Bu tartışmalara genellikle, baskılanma anlayışlarını kimlik politikalarına ve biyolojik cinsiyete dayandıran, çoğu lezbiyen olan küçük bir kadın grubu öncülük ediyor.
Ancak bu tartışma hem LGBT mücadelesinde hem de kadın kurtuluş mücadelesinde gerici bir rol oynuyor. İşçi hareketindeki radikal feministlerin, sosyalist bir İngiliz İşçi Partisi hükümeti için mücadele yürütmek yerine bu tartışmaya öncelik verme ısrarı, zaman kaybıdır. Bu argümanlar yalnızca genç LGBT'leri işçi hareketinden uzaklaştırmaya hizmet edecektir.
LGBT hareketi, herkes için zulmü sona erdirme hedefine ulaşmak ve öncüllerinin başlattığı işi bitirmek istiyorsa, net bir siyasi programa sahip olmalıdır. Anlaşmazlıklarımız ve tartışmalarımız siyasi hedeflerimizle ilgili olmalıdır, dar bir açıdan sadece kendi kimlik politikalarımızı düşünen bir cinsten değil. 1960'larda gerçekleşen diğer siyasi hak ve özgürlük mücadelelerinin Stonewall hareketinin oluşmasındaki önemini anlamalıyız. Başarılı olmak için diğer hareketlerle bağlantı kurma mirasını sürdürmeliyiz.
Tüm zulüm ve baskı biçimlerinin üstesinden gelmenin tek yolu, sınıflı topluma son vermek ve bu baskıcı sistemin savunucularını - kendi çıkarları için önyargı, bölünme ve ayrımcılığı besleyenleri devirmektir. Bu, işçi sınıfının toplumu dönüştürmeye yönelik daha geniş mücadelesinin ayrılmaz parçaları olarak tüm ezilen katmanları birleştirmek anlamına gelir.