Tarihsel Materyalizm

Alan Woods’un bu çalışması, Marksist tarih analizinin kapsamlı bir açıklamasını sunar. Bu birinci kısım, tarihsel materyalizmin bilimsel temellerini ortaya koymaktadır. Bütün toplumsal değişimlerin esas nedenleri, insan beyninde değil, üretim biçimindeki değişimlerde yatmaktadır.


Marksistler, tarihi birbirinden bağımsız bir olaylar dizisi olarak görmez; bunun yerine, doğayı ve toplumu yöneten süreçleri ve yasaları bulgulamayı amaçlarlar. Genel anlamda, bilimin ilk koşulu, özel olanın ötesine geçip, genel olana varabilmektir. Tarihsel değişimlerin herhangi bir yasaya tabi olmadığı düşüncesi bilimle büsbütün çelişir.

1. BÖLÜM: TARİH NEDİR?

Tarih Nedir?

En küçük parçacıktan en uzak galaksilere kadar bütün evrenin ve, benzer şekilde, türlerin evrimindeki tüm süreçlerin belirli yasalara tabi olduğunu kabul etmek durumundaysak, neden kendi tarihimizin de belirli yasalara tabi olduğunu kabul etmeyelim? Marksist yöntem, insanlığın, kabile toplumlarından günümüze kadar uzanan gelişiminin altında yatan gizli sebeplere ışık tutar. Bu dolambaçlı yolun izini süren Marksizmin yöntemi, tarihi materyalist anlayışla çözümlemektir.

İnsanlığın toplumsal gelişimini yöneten yasaların varlığını yadsıyanlar, istisnasız bir şekilde tarihe öznel ve ahlakçı bir yaklaşım sergilerler. Halbuki, birbirinden bağımsız olguların ötesinde, genel yönelimleri ve bir toplumsal düzenden ötekine geçişleri ayırt etmek ve bu geçişleri belirleyen dinamikleri çözümlemek gerekmektedir.

Marx ve Engels’den önce, çoğu insan tarihi bir ilişkisiz olaylar, veya felsefi bir dilde, “kazalar” dizisi olarak görmekteydi. Bunun genel bir açıklaması yoktu, tarih herhangi bir yasaya dayanmamaktaydı. Tüm insanlık gelişiminin temelde üretici güçlerin gelişimine bağlı olduğunu göstererek Marx ve Engels tarihin incelenmesini ilk defa bilimsel bir temele dayandırmıştır.

Bilimsel yöntem, tarihi birbirinden bağımsız ve öngörülemeyen bir olaylar dizisi değil, net bir şekilde anlaşılabilir ve birbiriyle ilişkili bir olgular sürecinin parçası olarak kavramamıza olanak sağlar. Zira tarih, siyasetten ekonomiye tüm toplumsal gelişimi içeren bir etkiler ve tepkiler dizisidir. Tüm bu fenomenleri bağlayan karmaşık, diyalektik ilişkiyi ortaya çıkarmak ise tarihsel materyalizmin amacıdır. İnsan emeğiyle sürekli olarak doğayı değiştirir ve bu sayede kendisini de.

Marksizmin Karikatürü

Kapitalizmin altında bilim, toplumu incelemeye ne kadar yaklaşırsa bilimsellikten o kadar uzaklaşmaktadır. Sözde toplum bilimleri (sosyoloji, ekonomi, siyaset) ve burjuva felsefesi, genel anlamda hiç de bilimsel olmayan yöntemlere başvurmakta ve işin sonunda kapitalizmi savunmak ya da en azından (aynı kapıya çıkacak şekilde) Marksizmi itibarsızlaştırmak adına aleni teşebbüslerden ibaret kalmaktadırlar.

Burjuva tarihçilerin “bilimsellik” iddialarına rağmen, tarihin yazımı hiç şüphesiz belirli bir sınıfın bakış açısını yansıtmaktadır. Sınıf savaşı dahil olmak üzere tüm savaşların tarihi kazananlar tarafından yazılır. Başka bir deyişle, olayların seçimi ve yorumu, çatışmaların sonucunun tarihçiyi nasıl etkilediğine ve akabinde tarihçinin, okuyucunun ne okumak isteyeceği algısına göre şekillenmektedir. Kaldı ki son tahlilde bu algı, daima toplumdaki belirli bir sınıfın ya da grubun çıkarlarının etkisinde olacaktır.

Marksistler topluma baktıkları zaman tarafsız olma iddiasında bulunmaz, sömürülen ve ezilen sınıfların davasını açıkça benimserler. Ne var ki, bu durum bilimsel nesnelliğe engel olmamaktadır. Hassas bir ameliyat sırasında cerrah, hastasının hayatını kurtarmaya kendini adamıştır; ameliyatın sonucuna karşı kesinlikle tarafsız değildir. Lakin, tam da bu sebepten ötürü, önündeki organizmanın farklı katmanlarını büyük bir özenle birbirinden ayırt edebilir. Aynı şekilde Marksistler, akıbetlerine başarıyla etki edebilmek adına,toplumsal süreçlerin bilimsel olarak en isabetli analizine ulaşmaya gayret gösterir.

Marksizmi kötülemek isteyenler sık sık Marksist yöntem ve tarih analizinin bir çeşit karikatürüne başvurmaktadır. Zira, kendi diktikleri samandan yapılmış bir korkuluğu (İng. “straw man”) devirmek gerçek bir rakibi yere sermekten çok daha kolaydır. En alışılagelmiş saptırma, Marx ve Engels’in “her şeyi ekonomiye indirgediği” düşüncesidir. Bu mekanik karikatür Marksizmle ilgisizdir. Eğer durum bu olsaydı toplumu değiştirmek adına savaşma yükümlülüğünden kurtulmuş olurduk. Kapitalizm çöker ve, olgunlaşan elmanın ağacın altında yatan adamın kucağına düşmesi gibi, yerine kendiliğinden yeni bir toplum geçerdi. Fakat tarihsel materyalizm ve kaderciliğin hiçbir ortak yönü yoktur.

Bu apaçık saçmalık, Engels’ın Bloch’a olan mektubundan bir kesitte cevaplanmıştır:

“Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte esas belirleyici etken, yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu asla ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse bunu ekonomi etkeni, biricik belirleyici etkendir diyerek saptıracak olursa, bu önermeyi anlamsız, soyut, saçma bir söze dönüştürüyor demektir.” (Engels’tan Bloch’a mektup, 21 Eylül 1890, Seçilmiş Bildiriler, s. 475)

Komünist Manifesto’dan önce yazılan Kutsal Aile’de, Marx ve Engels, bireylerden bağımsız olarak tasavvur edilen “tarih” fikrini ağır bir dille eleştirmiştir:

“Tarih hiçbir şey yapmaz, hiçbir ‘muazzam servete’ sahip değildir, ‘savaş’ yürütmez. Tüm bunları yapan, sahip olan ve savaşan, insandır, gerçek yaşayan insandır. ‘Tarih’, deyim yerindeyse, kendi amaçlarına ulaşmak için araç olarak insanı kullanan ayrı bir kişi değildir. Tarih, kendi amaçları peşinde koşan insanın faaliyetinden başka bir şey değildir.” (Marx ve Engels, Kutsal Aile, Bölüm VI)

Marksizmin tüm yaptığı, belirli nesnel yasalara tabi olan ve belirli bir sınıfın çıkarlarını temsil eden bireyin, toplumun bir parçası olarak üstlendiği rolü açıklamaktır. Fikirler, ne bağımsız bir varoluş teşkil etmekte, ne de kendi tarihsel gelişimlerini bulundurmaktadırlar. Alman İdeolojisi’nde Marx’ın açıkladığı şekilde, “Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.”

Özgür İrade?

İnsanların fikir ve hareketleri toplumsal ilişkiler tarafından koşullandırılmıştır. Bu ilişkiler, bireylerin nesnel iradesine değil, belirli yasalara bağlı olarak gelişir. Bu sosyal ilişkiler son tahlilde üretici güçlerin gelişiminin gerekliliklerini yansıtır. Bu etmenlerin karşılıklı münasebeti çoğu kez görülmesi zor olan, karmaşık bir ağ meydana getirir ve bu karşılıklı ilişkilerin incelenmesi Marksist tarih kuramının temelini oluşturur.

Eğer bireyler, “gözü kör tarihsel etmenler”in kuklalarından ibaretse, o halde bu bireyler, bir sosyo-ekonomik düzenin uygulanabilirliğini belirleyen, ekonomik gelişim seviyesi, bilim ve teknoloji gibi faktörlere bakmaksızın kendi kaderlerini şekillendirme kabiliyetinden de yoksundurlar. Marx, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'inde şöyle yazmaktadır:

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, mevcut olan, geçmişten gelen verili koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, bütün ağırlığıyla, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker.

Daha ilerleyen zamanlarda Engels, aynı fikri şu şekilde ifade etmiştir:

"İnsanlar, bilinçli olarak arzuladıkları amaçları izleyerek, sonuç ne olursa olsun, kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Tam olarak bu, farklı doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi, tarihi oluşturur.” (Ludwig Feuerbach)

Marksizmin öne sürdüğü -ki bu kimsenin inkar edemeyeceği bir önermedir- belirli bir sosyo-ekonomik düzenin uygulanabilirliğinin, bu düzenin, üretici güçleri, yani toplum, kültür ve uygarlığın üzerine kurulduğu maddi temelleri, ne denli geliştirebildiğine göre belirlenmesidir.

Üretici güçlerin gelişiminin tüm toplumsal gelişimlerin bağlı olduğu temelleri oluşturduğu fikri o kadar aşikar bir gerçektir ki kimilerinin hâlâ bunu sorgulaması gerçekten şaşkınlık vericidir.

İnsanların, sanat, bilim, din veya felsefe alanında gelişmelere imza atmadan önce yiyecek yemeğe, giyecek kıyafetlere ve içinde yaşayacak evlere ihtiyaç duyduğunu anlamak üstün bir zeka gerektirmemektedir. Bütün bunların biri tarafından, bir şekilde üretilmesi gerekmektedir ve herhangi bir sosyo-ekonomik düzenin uygulanabilirliği, açıkça ortada olduğu üzere, bu düzenin bu gereksinimleri üretebilme kabiliyeti ile ölçülür.

Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde Marx, üretici güçler ve “üstyapı” arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamaktadır:

“Yaşamlarının toplumsal üretiminde insanlar, iradelerinden bağımsız ve vazgeçilmez belirli ilişkilere girerler. Bu üretim ilişkileri, maddi üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasına tekabül eder… Maddi yaşamın üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve düşünsel yaşam sürecinin genel doğasını belirler. İnsanların varoluşunu belirleyen, insanların bilinçleri değil, tam tersine, insanların bilinçlerini belirleyen insanların toplumsal varoluşlarıdır.”

Marx ve Engels’ın çabayla işaret ettiği şekilde, tarihin katılımcıları hangi amaçlarca güdüldüklerinin her zaman farkında olamayıp, bir şekilde bu amaçları makul kılma çabalarına koyulmaktadırlar. Ne var ki bu amaçların temelleri gerçek dünyada bulunmaktadır.

Bu noktada görebileceğimiz üzere, tarihin akışı ve yönü, peş peşe toplumsal sınıfların toplum yapısını kendi çıkarlarına göre belirleme mücadeleleri ve sonuçta oluşan çatışmalar tarafından şekillenmiştir ve şekillenmektedir. Komünist Manifesto’nun ilk kelimeleri bize şunu hatırlatmaktadır: “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.” Tarihsel materyalizm ise bize toplumsal gelişimin arkasındaki itici gücün sınıf mücadelesi olduğunu gösterir.

Marx ve Darwin

Türümüz, çok uzun bir evrim sürecinin ürünüdür. Elbette evrim, bizim gibi varlıklar yaratmayı amaçlayan bir çeşit yüce tasarı değildir. Bir tür ilahi müdahale ya da ereksellik sonucu önceden takdir edilmiş bir planı izleme meselesinden ziyade evrim, açık bir şekilde, basit yaşam formlarından daha karmaşık formlara geçiş sürecini belirleyen kendine özgü yasalara karşılık gelir.

En erken yaşam formları gelecekteki gelişimlerin embriyosunu halihazırda kendi içinde barındırır. Önceden belirlenmiş bir tasarı olgusuna başvurmadan gözlerin, bacakların ve diğer organların gelişimini açıklamak mümkündür. Belirli bir aşamada merkezi sinir sistemi ve beynin gelişimine, son aşamalarda, nihayet Homo sapiens ile, insan bilincine - maddenin, kendi varlığının farkına vardığı noktaya - ulaşmaktayız. İnorganik maddelerin organik, yaşayan maddelere gelişiminden beri, daha büyük önem teşkil eden bir devrimden bahsedilemez.

Charles Darwin, türlerin değişmez olmadıklarını, bir geçmişe ve geleceğe sahip olduklarını ve devamlı bir değişim ve evrim süreci içinde olduklarını öne sürmüştür. Benzer şekilde Marx ve Engels toplumsal düzenlerin de ebediyen sabit olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Evrim, farklı yaşam formlarının uzun dönemlerce dünyaya nasıl hakim olduklarını ve evrimsel başarılarını etkileyen maddi koşullar değiştikçe nasıl soyların tükendiğini bize gösterir. Eskiden dünyada hüküm süren türler yerlerini zamanında önemsiz veya hayatta kalma ihtimali zayıf görülen türlere bırakmışlardır.

Bugün “evrim” fikri genel anlamda, en azından eğitimli bireylerce, kabul görmektedir. Darwin’in fikirleri, zamanında ne denli devrimci olurlarsa olsunlar, günümüzde neredeyse su götürmez gerçekler olarak görülmektedirler. Lakin evrim, çoğunlukla, kesintilerden ve ani değişimlerden yoksun, yavaş ve kademeli bir süreç olarak algılanmaktadır. Siyasette bu argüman, reformculuğa bir bahane olarak sıkça ortaya atılmaktadır. Ne yazık ki, bu algı bir yanlış anlaşılmadan ibarettir. Evrimin gerçek mekanizması, günümüzde bile henüz çözülmemiştir.

Darwin’in bile evrimi kapsamlı olarak anlayamamış olduğu düşünülünce, bu durum şaşırtıcı değildir. Evrimin kademeli bir süreç olmadığı ancak 1970'lerde, sıçramalı evrim (İng. “punctuated equilibrium”) kuramını ortaya koyan Stephen J. Gould'un paleontoloji bulguları vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Bu bulgularda, herhangi bir değişikliğin gözlemlenmediği uzun süreçler mevcuttur. Fakat belirli noktalarda, bazı türlerin kitlesel yok oluşu ve diğer türlerin hızlı yükselişine tekabül eden biyolojik devrimler - bir nevi patlamalar - sonucu evrim çizgisi kırılmıştır.

Benzeşen süreçler, farklı sosyo-ekonomik düzenlerin yükseliş ve çöküşleriyle benzeşmektedir. Toplum ve doğa arasındaki bu benzeşim, elbette, takribidir. Fakat en yüzeysel tarih incelemesi bile kademelilik yorumunun temelsiz olduğunu gösterecektir. Doğaya benzer şekilde toplum, yavaş ve kademeli değişim süreçleri deneyimler, ama değişim çizgisi savaş ve devrim gibi değişim ivmesinin muazzam değişikliklere maruz kaldığı patlamalarla kesintilere uğrar. Gerçekte, bu kesici olaylar tarihsel gelişimin arkasındaki itici gücü oluşturur. Zira devrimin temel nedeni belirli bir sosyo-ekonomik düzenin sınırlarına dayanmış ve artık üretici güçleri geliştiremeyecek hale gelmiş olmasıdır.

Tarih, çok kısa süre zarfları içinde alaşağı olan güçlü devlet örnekleriyle doludur. Zamanında neredeyse herkes tarafından hor görülen siyasi, dini ve felsefi görüşlerin, eskimiş güçlerin yerini almak için yükselen yeni devrimci gücün kabul gören görüşleri haline gelmesi de tarihte sıkça rastlanır bir olgudur. Marksist fikirlerin toplumumuzda yalnızca bir azınlık tarafından benimsenmiş olması, bu sebepten ötürü, endişe kaynağı değildir. Tarihteki her muhteşem fikir aykırı düşüncelerden doğmuştur ve bu durum, 2000 yıl önce Hristiyanlık için ne kadar geçerliyse, günümüzde Marksizm için de o kadar geçerlidir.

Önce barbarlıktan köleliğe, sonra kölelikten feodalizme geçişe sebep olan “evrimsel adaptasyonlar” zamanla zıttına dönüşmüştür. Kapitalizmin feodalizmin yerine geçişine ve baskın sosyo-ekonomik düzen olarak yükselmesine olanak sağlayan adaptasyonlar, bugün kapitalizmin çürüyüşünün sebepleri haline gelmişlerdir. Kapitalizm, nihai çöküşte olan olan bir sosyo-ekonomik sistemin tüm belirtilerini göstermektedir. Bu durum pek çok yönden, Roma İmparatorluğunun Edward Gibbon’un tasvir ettiği şekilde çöküşüne benzemektedir. Önümüzdeki süreç, kapitalist düzenin soyunun tükenişidir.

Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm

Diyalektik materyalizm yöntemi tarihe uygulandığında, insanlık tarihinin kendi yasalarına sahip olduğu ve böylece bir süreç olarak anlaşılabileceği göz önüne çıkmaktadır. Farklı sosyo-ekonomik oluşumların yükseliş ve düşüşleri, bu oluşumların üretim araçlarını geliştirme - dolayısıyla insanlık kültürünü ve insanların doğa üzerindeki egemenliğini ilerletme - kabiliyetleri ve kabiliyetsizlikleri bakımından bilimsel bir şekilde açıklanabilir.

Peki tarihsel değişimlerin tabi olduğu yasalar nelerdir? Nasıl yaşamın evrimi, önce Darwin, daha sonra ise genetik alanındaki hızlı ilerlemeler tarafından açıklanmış, onu açıklayabilecek kendine özgü yasalara sahipse, insan toplumunun evrimi de Marx ve Engels tarafından açıklanmış kendine özgü yasalara sahiptir. Komünist Manifesto’dan önce yazılmış olan Alman İdeolojisi’nde, Marx şöyle yazmıştır:

“Tüm insan tarihinin ilk öncülü, tabii ki, yaşayan insan bireylerinin varlığıdır. Şu halde saptanması gereken ilk olgu, bu bireylerin fiziksel örgütlenişleri ve bu örgütlenmenin sonucu olarak ortaya çıkan, doğanın geri kalan bölümüyle olan ilişkilerdir. (…) İnsanlar, hayvanlardan, bilinçle, dinle, ya da herhangi bir başka şeyle ayırt edilebilirler. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlar ve bu, onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu olan bir ileri adımdır. İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler.”

İlerleyen zamanlarda yazılan Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm’de Engels, bu fikirleri daha detaylı bir biçimde işlemiştir. Tarihsel materyalizmin temel ilkeleri, az ve öz olarak şöyle özetlenmiştir:

"Materyalist tarih anlayışı, insanın yaşamını sürdürmeye yarayan araçların üretiminin ve üretilen şeylerin değişiminin bütün toplumsal yapının temeli olduğu; tarihte ortaya çıkmış her toplumda, zenginliğin dağıtılış ve toplumun sınıflara ya da takımlara bölünüş tarzı, neyin nasıl üretildiğine ve bu ürünlerin nasıl değişildiğine bağlı olduğu önermesinden hareket eder. Bu görüş açısından, bütün toplumsal değişimlerin ve politik devrimlerin ereksel nedenleri, insanların kafalarında, ya da insanların mutlak gerçeği ve adaleti daha iyi kavramalarında değil, üretim ve değişim tarzlarındaki değişimlerde aranmalıdır.”

Robert Owen, Saint-Simon ve Fourier’nin ütopik sosyalist fikirlerinin aksine Marksizm, sosyalizmin bilimsel bir vizyonu üzerine kurulmuştur. Marksizm gösterir ki her toplumun gelişimi için gereken, işgücü, sanayi, tarım, teknoloji ve bilim gibi üretici güçlerin gelişimidir. Geçmişte her yeni toplumsal düzen - kölelik, feodalizm, kapitalizm - insanlığı üretici güçlerin gelişimi sayesinde ileriye taşımıştır.

Tarihsel materyalizmin temel dayanak noktası, insanlığın gelişiminin ana kaynağının üretici güçlerin gelişimi olmasıdır. Bu noktanın önemi, tarihi bilimsel bir şekilde kavramamızı mümkün kılmasıdır. Marksizmin savunduğu şekilde, insan toplumunun milyonlarca yıllık gelişimi, insanlığın doğa üzerindeki egemenliğinin güçlendiği ve tüm bireylerin gerçek özgürlüğünün elde edilmesi yönünde maddi koşulların yaratıldığı bir süreç arz etmektedir. Fakat bu süreç, diyalektik olmayan, bayağı bir evrim görüşüne sahip Viktorya dönemi insanlarının hayal ettiğinin aksine, doğrusal değildir. Tarih hem bir yükseliş eğrisine hem de bir düşüş eğrisine sahiptir.

Materyalist bir bakış açısını reddettiğimiz noktada, tarihsel olayların arkasındaki tek itici güç bireylerin - “büyük adamların” (ya da kadınların) - oynadığı rol olarak kalmaktadır. Başka bir deyişle elimizde kalan, tarihsel sürecin öznel ve idealist bir görüşüdür ve ütopik sosyalistlerin bakış açısı da aynen budur. Ütopik sosyalistler kuvvetli sezgilerine ve mevcut toplumsal düzene dair tesirli eleştirilerine rağmen tarihin gelişiminin esas yasalarını anlamakta başarısız olmuşlardır. Onlar için sosyalizm, ha bin yıl önce ha yarın sabah ortaya atılabilecek “iyi bir fikir”den ibarettir. Bu mantıkla, eğer sosyalizm bin yıl önce icat edilmiş olsaydı, insanlık pek çok zahmetten kurtulmuş olurdu!

Ana oyuncuların öznel yorumlarını temel alarak tarihi anlamak imkansızdır. Örnek vermek gerekirse, ilk Hristiyanlar, kıyamet gününü ve İsa’nın ikinci gelişini saat başı düşünmelerine rağmen, özel mülke inanmamışlardır. Cemaatlerinde bir tür komünizm uygulamışlardır (fakat bu, üretimi değil tüketimi temel alan ütopik bir komünizmdir). Komünizmle ilgili bu ilkel deneyler bir sonuca varmamıştır. Zira, varmasına imkan olmamıştır. Üretici güçlerin o dönemdeki gelişiminin gerçek komünizmin gelişimine izin vermesi mümkün değildir.

İngiliz Devrimi zamanında, Oliver Cromwell herkesin Tanrıya kendi vicdanına göre dua etme hakkı için savaştığına inanmaktaydı. Ama tarihin ilerleyişi göstermiştir ki Cromwell Devrimi, İngiliz burjuvazisinin karşı konulmaz yükselişinde belirleyici bir noktadır. Üretici güçlerin gelişiminin 17yy. İngilteresi’ndeki somut evresi başka bir sonuca izin vermemiştir.

1789-93 Fransız Devriminin önderleri “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” bayrağı altında bir araya gelmiş, ezeli Adalet ve Mantık yasalarına dayanan bir yönetim şekli uğruna savaştıklarına inanmışlardır. Ne var ki, gayeleri ve fikirleri ne olursa olsun, Jakobenler Fransa’da burjuvazinin hükmüne zemin hazırlamışlardır. Tekrar söylersek, bilimsel açıdan, toplumsal gelişimin o noktasında başka bir sonuç mümkün değildir.

2. BÖLÜM: TARİHSEL GELİŞİMİN AŞAMALARI

Tarihsel Gelişimin Aşamaları

İnsan tarihinin bütünü, tamamen insanlığın kendini hayvan seviyesinden yukarı çıkarma mücadelesinden oluşmaktadır. Bu uzun mücadele yedi milyon yıl önce, uzak insansı atalarımızın iki ayak üzerinde durmaya başlamaları ve boşta kalan ellerinin el işçiliğinde kullanılabilecek düzeye gelmesiyle başlamıştır. O zamandan beri, toplumsal gelişimin birbirini takip eden evreleri, emeğin üretici gücüne, yani doğa üzerindeki gücümüze dayanarak ortaya çıkmışlardır.

İnsan toplumu, birbirinden ayırt edilebilir olan bir takım aşamalardan geçmiştir. Bu aşamaların her birinin temelinde, kendisini belirli bir sınıf ilişkileri sistemi ile ifade eden belirli üretim biçimleri bulunmaktadır. Bu üretim biçimleri ayrıca belirli toplumsal bakış açıları, psikoloji, ahlak kuralları, yasalar, ve din bünyesinde de kendilerini açıkça gösterirler.

Toplumun ekonomik altyapısı ile üstyapı (ideoloji, ahlak kuralları, sanat, din, felsefe, vb.) arasındaki ilişki basit ve doğrudan değil, büyük ölçüde karmaşık ve hatta çelişkilidir. Üretici güçleri ve sınıf ilişkilerini birbirine bağlayan üretici güçler ve sınıf ilişkileri arasındaki görünmeyen bağlar, bireylerin zihinlerine karmaşık ve çarpık bir şekilde akseder . Ve kökü ilkel geçmişte olan fikirler, toplumun ortak psișesinde, o fikrin ortaya çıkmasını sağlayan temel koşullar ortadan kalktıktan çok sonra bile inatla, varlıklarını sürdürebilirler. Din bunun açık bir örneğidir. Engels'in açıkça anlattığı gibi bu, diyalektik bir karşılıklı ilişkidir.

“Havada, yükseklerde dolaşan, din, felsefe, vb. gibi bazı ideolojik alanlara gelince, onların tarihsel dönemde önceden var olup benimsenmiş - bugün saçma diyebileceğimiz bir tarih öncesi içeriği vardır. Doğa, insanın kendi varlığı, ruhlar, büyülü güçler vb. ile ilgili çeşitli yanlış fikirler büyük oranda sadece olumsuz bir ekonomik unsura dayanır; doğa hakkındaki yanlış fikirler tarih öncesi dönemin zayıf ekonomik gelişiminin tamamlayıcısı, kısmen belirleyicisi ve hatta nedeni olmuştur. Ekonomik zorunluluk artan doğa bilgisinin başlıca itici gücü olduysa ve giderek daha fazla olmaktaysa da bütün bu ilkel saçmalığa ekonomik sebepler aramak ukalalık olurdu."

"Bilim tarihi, bu saçmalıktan adım adım kurtulmanın veya onun yerine yeni, ama daha az anlamsız bir saçmalık konmasının tarihidir. Bununla ilgilenen kişiler yaptıkları iş bakımından iş bölümünün özelleşmiş bir alanına dahildir ve bağımsız bir alanda çalıştıklarını sanırlar. Ve toplumsal işbölümü içinde bağımsız bir topluluk oluşturdukları ölçüde, ürettikleri, yanlışları ile birlikte, toplumun tüm gelişimi ve hatta toplumun ekonomik gelişimi üzerinde dahi etkin olur." (Engels, Conrad Schmidt'e Mektup, 27 Ekim 1890, Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar, Bilim ve Sosyalizm Yayınları S.25 )

Ve tekrar:

“Ama her çağın işbölümünün belirli bir alanı olan felsefesinin, ön koşul olarak kendisine öncelleri tarafından bırakılmış ve kendisine çıkış noktası teşkil eden belli bir fikri malzemesi vardır. Ekonomik olarak geri kalmış ülkelerin felsefede başrol oynayabilmesi bundandır." (aynı kaynak)

İdeoloji, gelenekler, ahlak, din, vb. insanların fikirlerini şekillendirmekte güçlü birer rol oynarlar. Marxizm bu besbelli gerçeği inkar etmez. İdealistlerin inançlarının aksine, insan bilinci genel olarak tutucudur. Çoğu insan değişimi sevmez, özellikle ani ve şiddet içeren(şiddetli) değişimi. Bildikleri ve alıştıkları şeylere tutunurlar: fikirlere, dinlere, kuruluşlara, geçmişin liderlerine ve partilerine. Rutin, alışkanlıklar ve adetler insanlığın omuzları üzerinde ağır bir yük gibidirler. Bütün bunlar nedeniyle bilinç, olaylardan geride kalmaktadır.

Ancak, belirli dönemlerde bazı muazzam olaylar insanları eski inanç ve varsayımlarını sorgulamaya zorlar. Eskiden sahip oldukları ilgisizlik ve kayıtsızlığı geride bırakıp gerçeklikle uzlaşmaya mecbur kalırlar. Bu tip dönemlerde bilinç çok hızlı değişebilir. Devrimdir bu. Ve de oldukça sabit kalabilen toplumsal gelişimin seyri, insanlığın ilerlemesi için gerekli itici güç olan devrimler tarafından kesintilere uğrar.

Erken İnsan Toplumu

İnsan tarihinin ve öncesinin bütün sürecine bakarsak, gözümüze ilk çarpacak olan şey insan türünün ne kadar yavaş geliştiğidir. İnsanların, humanoidlerin, yavaş yavaş, hayvan sayılacak bir durumdan gerçekten insan sayılabilecek bir duruma geçmeleri milyonlarca yıl almıştır. Bu yoldaki ilk kayda değer ileri sıçrayış, humanoidlerin maymun atalarından ayrılmalarıdır.

Evrimsel sürecin gözü, şüphesiz ki, kördür - yani nesnel ya da spesifik bir hedefi ya da bir amacı yoktur. Ancak, humanoid atalarımız, ilk olarak ayakta dik durarak, sonra ellerini araç gereç tutmak için kullanarak, ve sonra da bunları üreterek, bulundukları çevrede hayatta kalmaları ve gelişmeleri için uygun bir yere yerleşmişlerdir.

On milyon yıl önce maymunlar, gezegenin hakim cinslerini teşkil etmiştirler. Bir çok çeşitte varolmuşlardır; ağaçlarda yaşayanlar, zeminde yaşayanlar, ve arada kalan bir dizi tür olarak. O zamana egemen olan klimatolojik koşulların yarattığı mükemmel tropik çevrede büyümüş, gelişmişlerdir. Sonra büyük bir değişim olmuş, yedi ya da sekiz milyon yıl önce türlerin çoğu ölüp gitmiştir. Bunun nedeni bilinmemektedir.

Uzunca bir süre, insanlığın kökeni üzerine yapılan araştırmalar, insanlar ve maymunlar arasındaki asıl farkın beyinde olduğu ve en eski atalarımızın büyük beyinleri olduğu yönündeki idealist önyargıların etkisi altında kalmıştır. Bu “büyük beyin” teorisi eski antropoloji bilimimizi ve bilgimizi tamamen domine etmiştir. Uzun yıllar boyunca, teorinin kanıtlanmasını sağlayacak “kayıp halkanın”; büyük bir beyni olan bir fosil iskeletinin bulunması için araştırmalar yapılmıştır.

Bilim camiası bu teoriye o kadar ikna olmuştur ki, bilim tarihindeki en olağanüstü dolandırıcılıklardan birinin kurbanı oluvermişlerdir. 18 Aralık 1912’de bulunan fosil kafatası ve çene kemiği parçalarının (bu fosillere Piltdown adamı adı verilmiştir) bu “kayıp halka” olduğu sanılmış, büyük bir buluş olduğu vurgulanmıştır. Ancak 1953’de İngiliz bilim insanları tarafından Piltdown Adamı’nın kasti bir sahtekarlık olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bulunan kafatasları sanıldığı gibi neredeyse bir milyon yıl yaşında olmak yerine 500 yıl yaşındalardır, ve çene kemiği bir orangutana aittir.

Bilim camiası nasıl olup da bu kadar kolayca kandırılmıştır? Çünkü zaten bulmayı bekledikleri bir şey kendilerine sunulmuştur: büyük beyinli, eski bir humanoid kafatası. Aslında, beyinlerinin büyüklüğünden ziyade, insanların evriminin dönüm noktası insanın dik durabilmesi (bipedalizm) ve bu sayede ellerinin emek sarfetmek üzere serbest kalmasıdır.

Bu, Engels tarafından, “Maymundan insana geçişte emeğin rolü” adlı çalışmasında çoktan tahmin edilmiştir. Ünlü paleontolog Stephen Jay Gould üzülerek, Engels’in yazıları bilim insanları tarafından yeterince dikkate alınmış olsaydı yüz yıl boyunca hatalı bilim yapılmasının önüne geçilmiş olurdu, demiştir. Lucy adı verilen, Australopithecus Afarensis türüne ait olan dişi bir varlığın fosil iskeletinin keşfiyle Engels’in haklı olduğunu gözler önüne serilmiştir. Eski insanımsı atalarımızın vücut yapıları bizimkine benzemekte (leğen, bacak kemikleri, vb.) ve böylece bipedalizmi kanıtlamaktadır. Ancak beyin büyüklüğü bir şempanzeninkinden çok daha fazla değildir.

Uzak atalarımız, diğer hayvanlara kıyasla boyut olarak küçük ve yavaştı. Güçlü pençeleri ya da dişleri yoktu. Dahası, yılda bir doğabilen insan bebeği büyüyene kadar kendini tehlikelere karşı koruyamayacak bir durumdadır. Yunuslar doğar doğmaz yüzebilmekte, atlar doğduktan birkaç saat sonra yürüyebilmekte ve aslanlar doğmalarından 20 gün sonrasına kadar koşabilmektedirler.

Bunlara kıyasla bir insan bebeğinin yardım gerekmeden dik oturabilmesi için bile aylar , sıçramak, koşmak gibi daha ileri beceriler içinse yıllar geçmesi gerekmektedir. Bu nedenlerle, bir canlı türü olarak insanlık, Doğu Afrika'nın savanlarındaki öbür türlere karşı dezavantajlı kalmıştır. İnsan emeği, iş birliği ve birbirine bağlı olan sosyal organizasyon ve dil yetenekleri ile beraber insan evriminin belirleyici unsuru olmuştur. Taş aletlerin üretimi ile erken atalarımız, beyinlerinin gelişimini tetikleyen belirleyici bir evrimsel avantaj yakalamışlardır.

İlk dönem, ki Marx ve Engels bu dönemi yabanıllık olarak adlandırmışlardır, üretim araçlarının son derece düşük seviyedeki gelişimi, taş aletlerin üretimi ve avcı-toplayıcı bir toplumsal varoluş biçimi(şekli) ile tanımlanabilmektedir. Bu nedenlerle insanlığın gelişimi uzun bir süre yok denebilecek kadar yavaş olmuştur. Avcı-toplayıcı üretim biçimi esasında insanlığın evrensel durumunu temsil etmiştir. Dünyanın bazı kısımlarında gözlemleyebileceğimiz avcı-toplayıcı toplumlardan geride kalanlar, bizlere uzun süre önce unutulmuş bir hayat biçimine dair önemli ipuçları verebilir.

Örneğin, insanların doğal olarak bencil olduğu kanısı yanlıştır. Eğer bu gerçek olsaydı, insan nesli en az iki milyon yıl önce tükenmiş olurdu. Bu insan gruplarının zorluklar karşısında ayakta kalmasını sağlayan, kuvvetli bir dayanışma duygusuydu. Kabilelerinin bebeklerine ve annelerine bakımı hep beraber üstlenmiş, klanın kolektif bilgi ve inançlarını hafızalarında taşıyan yaşlı üyelere saygıyla yaklaşılmıştır. Erken atalarımız özel mülk nedir bilmiyorlardı. Anthony Burnett şöyle anlatır:

"İnsanlar ve diğer türler arasındaki fark, hayvanların teritoryal (bölgesel korumacı) davranışları ile bireylerin mülk sahiplenme davranışlarını karşılaştırdığımızda açıkça ortaya çıkar. Teritoryum (yaşam alanı) canlı türünün ortak sahip olduğu biçimsel işaretler sayesinde korunur. Bir türün yetişkin her bireyinin ya da grubunun bir teritoryumu vardır. Bu tekdüzelik insan türünde yoktur: tek bir toplulukta bile geniş alanlar bir tek kişi tarafından sahiplenilebilir, ve ötekilerin sahiplendiği alan hiç olmayabilir. Bugün bile insanlarda mülkiyet algısı vardır. Ancak bazı ülkelerde özel mülkiyet kişisel mülkiyet ile sınırlıdır. Bazı kabile gruplarında küçük mülkler bile ortak mülktür. Aslında insanın ‘’çalma içgüdüsü’’nden daha fazla ‘’mülk edinme içgüdüsü’’ yoktur. Gerçi kabul etmek gerekir ki, çocukları mal düşkünü olarak yetiştirmek kolaydır; yine de bu açgözlülüğün/edinmeciliğin şekli ve toplum tarafından ne ölçüde imkan tanınacağı, bir ülkeden diğerine ve bir tarihsel dönemden diğerine büyük ölçüde değişir. " (Anthony Burnett, The Human Species, s. 142)

Belki de "yabanıllık" kelimesi günümüzde edindiği olumsuz çağrılar nedeniyle talihsiz bir tercihtir. Bilindiği üzere 17yy. İngiliz filozofu Thomas Hobbes, erken atalarımızın yaşamlarını "sürekli korku ve şiddetli ölüm tehlikesi" tarafından biçimlendirilmiş bir hayat olarak tanımlamıştır. Hobbes’a göre "insanların hayatı, yalnız, zavallı, kötü niyetli, yabani ve kısadır". Hiç şüphe yok ki hayatları zordu, fakat bu sözler atalarımızın yaşam tarzına haksızlık ediyor. Kenyalı antropolog ve arkeolog Richard Leakey şöyle yazıyor:

"Hobbes'un tarım yapmayan insanların, bir "toplum" oluşturamadığı ve "yalnız" oldukları görüşü daha yanlış olamazdı. Bir avcı-toplayıcı olmak yoğun bir sosyal hayat yaşamak demektir. Onların "sanatının" ve "harflerinin" olmadığı doğrudur, yiyecek arayan insanlar maddi kültür biçiminde çok az şeye sahiptirler, fakat bu yalnızca hareketlilik gereksinimlerinin bir sonucudur. !Kung kabilesinden insanlar yerleşkeden yerleşkeye taşındıklarında, diğer avcı-toplayıcılar gibi, dünyevi mallarını yanlarına alırlar. Bu mallar genellikle toplam 12 kg ağırlığındadır ve çoğu havayolu şirketindeki yük hakkının yarısından biraz fazladır. Hareketlilik ve maddi kültür arasında kaçınılmaz bir çatışma vardır ve bu yüzden !Kung kabilesinden insanlar kültürlerini sırtlarında değil, başlarında taşımaktadır. Şarkıları, dansları ve hikayeleri diğer insanlarınki kadar zengin bir kültür oluşturmaktadır." (Richard Leakey, İnsanın Kökeni, s. 101-103)

Leakey şöyle devam ediyor: "Richard Lee [antropolog ve The !Kung San: Men, Women, and Work in a Foraging Society (1979) kitabının yazarı] !Kung kadınlarının kendilerini sömürülmüş hissetmediklerini tahmin ediyor: "Ekonomik prestijleri ve politik güçleri var, ki bu, 'medeni dünyada' pek çok kadının mahrum kaldığı bir durum." (aynı kaynak, s. 103)

Bu toplumlarda, modern anlamda sınıflar yoktu. Devlet ya da örgütlü bir din yoktu ve bir sorumluluk ve paylaşım ihtiyacı vardı. Egoizm ve bencillik son derece anti-sosyal ve ahlaki olarak yargılanmaya değer görülüyordu. Eşitliğe vurgu, başarılı bir avcı yerleşkeye döndüğünde bazı ritüellere uyulmasını gerektirir. Bu ritüellerin amacı, olayı önemsizleştirip kibir ve küstahlığın önüne geçmektir. "Başarılı bir avcı için uygun tavır, alçak gönüllülük ve tevazudur", diye açıklıyor Richard Lee.

Tekrar:

"!Kung'un şefleri ve liderleri yoktur. Toplumlarındaki sorunlar çoğunlukla, toplumsal uyumu tehdit edebilecek bir şeye dönüşmeden çok önce çözülür. (...) İnsanların konuşmaları herkesin malıdır ve anlaşmazlıklar, ortak şakalar yoluyla kolayca aşılabilir. Kimse emir vermez veya almaz. Richard Lee /Twi!gum'a liderleri olup olmadığını sordu. 'Elbette liderimiz var,’ dedi /Twi!gum. Richard Lee şaşkındı. ‘Hepimiz gerçekten lideriz; her birimiz kendinin lideri!' diyerek /Twi!gum soruyu da orjinal cevabını da büyük bir şaka olarak değerlendirdi." (aynı kaynak, s. 107)

Hayatın her alanına yön veren temel prensip paylaşmaktır. !Kung'da bir hayvan öldürüldüğünde, çiğ eti akrabalık, ittifaklar ve sorumluluklar doğrultusunda bölmek için ayrıntılı bir süreç başlar. Richard Lee bu noktayı şiddetle vurgular:

"Paylaşmak, aile içinde ve aileler arasında, yiyecek arayan !Kung üyelerinin davranışlarına ve değerlerine derinlemesine nüfuz eder ve toplumsal dünyalarının sınırlarına kadar uzanır. Nasıl kâr ve rasyonellik ilkesi kapitalist etiğin merkezinde ise, paylaşım da yiyecek arayan toplumlarda sosyal yaşamın sürdürülmesinde merkezi bir rol oynar." (aynı kaynak)

Aşağıdaki alıntının gösterdiği gibi, !Kung’da kibre kaşlar çatılırken tevazu teşvik edilir:

"Bir !Kung adamı bunu şöyle anlatıyor: 'Farz edelim ki bir adam avdaydı. Eve gelip övünerek: 'Savanda büyük bir hayvan öldürdüm!' diyemez. Önce birisi gelip: 'Bugün ne gördün?' diye sorana kadar ateşin başında oturmalı. Sonra sakince: 'Ah, ben iyi bir avcı değilim. Hiçbir şey görmedim… Belki küçük bir hayvan". O zaman ben kendi kendime gülümserim çünkü artık büyük bir şey avladığını biliyorumdur. Öldürülen hayvan ne kadar büyük olursa, o kadar küçükmüş gibi gösterilir. (...) nüktedanlık ve küçük gösterme, sadece !Kung kabilesinden insanlar tarafından değil, aynı zamanda yiyecek arayan birçok kişi tarafından da sıkı bir şekilde uygulanır ve sonuç, bazı insanlar şüphesiz diğerlerinden daha iyi avcılar olmasına rağmen bunun, hiç kimseye yeteneklerinden dolayı olağandışı bir prestij ya da statü getirmemesidir." (Leakey, s. 106-107)

Bu etik !Kung ile sınırlı değil, genel olarak avcı-toplayıcıların bir özelliğidir. Ancak bu tür davranışlar doğuştan gelmez. İnsan davranışlarının çoğu gibi, çocukluktan öğrenilmelidir. Her insan bebeği paylaşma ve bencil olma yeteneği ile doğar, diyor Richard Lee. "Eğitilen ve geliştirilen, her toplumun en değerli gördüğü davranıştır." Bu anlamda, bu erken toplumların etik değerleri, insanlara açgözlü, bencil ve anti-sosyal olmayı öğreten kapitalizmin değerlerinden çok daha üstündür.

Elbette bunun erken insan toplumunun tam bir resmi olduğunu kesin olarak söylemek mümkün değildir. Ancak benzer koşullar benzer sonuçlar üretme eğilimindedir ve aynı eğilimler, aynı ekonomik gelişim düzeyindeki birçok farklı kültürde gözlemlenebilir. Richard Lee'nin dediği gibi:

"Bunun tam olarak atalarımızın yaşadığı hayat olduğunu düşünemeyiz. Fakat inanıyorum ki, !Kung ve diğer yiyecek arayan insanlarda gördüğümüz davranış kalıpları, erken insani gelişim için belirleyici olmuştur. İki veya üç milyon yıl önce yaşayan çeşitli hominid türlerinden biri -sonunda bize kadar ulaşan soydan- yiyecekleri paylaşarak ve daha fazla et yiyerek ekonomik temellerini genişletmiştir. Avcı ve toplayıcı ekonominin gelişmesi insan oluşumuzda büyük bir rol oynamıştır." (Leakey, s. 108-109)

Avcı-toplayıcı toplumların değerlerini kendi zamanımızdakiler ile karşılaştırırsak, bizimkiler her zaman daha iyi değil. Örneğin, modern ailenin korkunç kadın ve çocuk istismarı, yetim ve fuhuş sicilini, tarihinin büyük kısmında yani insanların medeniyet demeyi sevdikleri bu garip sosyal düzenlemenin ortaya çıkmasından önceki dönemde uyguladığı kolektif çocuk bakımı ile karşılaştıralım:

Amerikalı bir yerli, bir misyonere "siz beyaz insanlar" dedi, "sadece kendi çocuklarınızı seviyorsunuz. Biz kabilenin çocuklarını seviyoruz. Onlar herkese ait ve biz onlara bakarız. Onlar etimiz ve kemiğimiz; hepimiz onların annesi ve babasıyız. Beyaz insanlar vahşi; çocuklarını sevmiyorlar. Eğer çocuklar yetim kalırsa, onlara bakılması için insanlara para ödenmesi gerekiyor. Biz böyle barbarca fikirleri bilmiyoruz." (M. F. Ashley Montagu, ed., Marriage: Past and Present: A Debate Between Robert Briffault and Bronislav Malinovski, Boston: Porter Sargent Publisher, 1956, s. 48)

Ancak geçmişi idealize eden bir bakışa sahip olmamalıyız. Erken atalarımız için yaşam, doğanın güçlerine karşı hayatta kalmak için sürekli ve zor bir mücadeleydi. İlerleme son derece yavaştı. Erken insan popülasyonları en erken 2.6 milyon yıl önce taş aletler yapmaya başladı. Oldowan aletleri olarak bilinen en eski taş aletler yaklaşık bir milyon yıl boyunca, yaklaşık 1.76 milyon yıl öncesine kadar kullanıldılar ve erken insanlar büyük yassı parçalara daha küçük yassı parçalar ile vurarak onları şekillendirmeye devam ettiklerinde bu yeni bir sonuç verdi: el baltası. Bunlar ve diğer büyük kesici aletler Aşölyen kültürünü karakterize eder. Çeşitli yeni likit çekirdek formları da dahil olmak üzere bu temel araçlar, yaklaşık 400.000 ila 250.000 yıl önce farklı yerlerde sona eren muazzam bir zaman zarfı boyunca yapılmaya devam etti.

Neolitik Devrim

İnsanlık tarihi için bu süreç, The Economist'in milenyum arifesinde belirttiği gibi acı verici bir yavaşlıkla ilerledi:

"Neredeyse tüm insanlık tarihi içinde ekonomik ilerleme o kadar yavaştı ki bir insanın yașam süresinde bunu algılaması neredeyse imkansızdı. Bir yüzyıldan diğer yüzyıla yıllık ekonomik büyüme neredeyse sıfır oranındaydı. Büyüme meydana geldiğinde bu o kadar yavaş oluyordu ki çağdașları bunun farkına varmıyordu ve hatta dönüp geriye bakıldığında bile kendisini, bugün büyümeden anlașıldığı gibi, yașam standartlarında bir yükselme olarak değil, yalnızca hafif bir nüfus artışı olarak ifade ediyordu. Binlerce yıl boyunca küçük bir elit tabaka dıșında herkes için ilerleme, daha fazla insanın en düșük geçim düzeyinde yașayabilmesinden ibaretti." (The Economist, 31 Aralık 1999)

Devrimlerin ilk ve en önemlisi olan ilkel avcı-toplayıcı üretim tarzından tarıma geçiș ile insanlığın ilerlemesi hızlanmaya bașladı. Bu yerleșik bir varolușun ve ilk kasabaların olușmasının temelini attı. Marksistlerin barbarlık olarak adlandırdığı bu dönem, ilkel komünizm ile sınıfların ve beraberinde devletin ortaya çıkmaya bașladığı, ilk sınıflı toplum arasındaki așamadır.

Sınıfların, özel mülkiyetin ve devletin bulunmadığı insanlığın en erken gelișim așaması, uzun ömürlü ilkel komünizm devri, insanlar günlük geçim ihtiyaçlarının üzerinde bir ‘’artık’’ üretebilecek duruma gelir gelmez, yerini sınıflı topluma bıraktı. Bu noktadan itibaren toplumun sınıflara bölünmesi ekonomik olarak mümkün hale geldi. Barbarlık, eski komünün bozunmasıyla ortaya çıktı. Burada toplum, ilk kez mülkiyet ilişkileriyle bölünmüştür, sınıflar ve devlet ise oluşum sürecindedir, ne var ki bunlar yalnızca aşama aşama ortaya çıkar, embriyonik bir evreden geçip, sonunda sınıflı bir toplum olarak bütünleşir. Bu dönem yaklaşık 10.000 ya da 12.000 yıl önce başlar.

Tarihin geniș skalasından bakıldığında, sınıflı toplumun ortaya çıkışı devrimci bir fenomendi. Nüfusun ayrıcalıklı bir bölümünü - egemen sınıfı - doğrudan emek yükünden kurtararak, onlara sanat, bilim ve kültürü geliștirmek için gereken zamanı verdi. Sınıflı toplum, acımasız sömürüye ve eşitsizliğine rağmen, insanlığın gelecekteki sınıfsız bir toplum için gerekli maddi önkoşulları oluşturmak için geçmesi gereken bir yoldu.

Burada, kasabaları ve șehirleri (M.Ö. 7000'lerde kurulmuș olan Eriha [Jericho] gibi), yazı, sanayi ve medeniyet dediğimiz șeyin temelini olușturan diğer her șeyin kendinden doğup geliștiği embriyoyu görüyoruz. Barbarlık dönemi insanlık tarihinin oldukça büyük bir bölümünü teşkil eder ve așağı yukarı kesinleșmiș birkaç farklı zaman dilimine ayrılır. Genel olarak bu dönem, avcı-toplayıcı üretim tarzından pastoralizm ve tarıma, yani paleontolojik barbarlıktan, neolitik barbarlık üzerinden, uygarlığın eşiğinde duran Bronz çağının üst düzey barbarlığına geçiş ile nitelenir.

Gordon Childe'ın neolitik devrim olarak adlandırdığı bu belirleyici dönüm noktası, üretici güçlerin ve dolayısıyla kültürün gelişmesinde ileriye doğru büyük bir atılımı temsil etti. Childe'ın söylediği şudur: "Yazı öncesi barbarlığa çok șey borçluyuz. Herhangi besleyici bir önemi olan, ekili her bitki pek çok isimsiz barbar toplumdan biri tarafından keşfedilmiştir." (G. Childe, Tarihte Neler Oldu, s.64)

Tarım yaklaşık olarak 10.000 yıl önce Orta Doğu'da bașladı ve insan toplumu ve kültüründe bir devrime yol açtı. Yeni üretim koșulları insanlara karmaşık analitik düșünme için daha fazla zaman verdi. Bu, geometrik desenlerden olușan ve tarihteki soyut sanatın ilk örnekleri olan yeni sanatta kendini yansıtır. Yeni koşullar, sırları daha önce hayal bile edilemeyecek bir şekilde araştırılan yaşama ve insanları doğal dünyaya ve evrene bağlayan sosyal ilişkilere yeni bir bakış açısı getirdi. Bu insanların doğal süreçler hakkındaki fikirleri zorunlu olarak, tarımın talepleri tarafından belirleniyordu ve bu anlayıș, insanların düşmanca doğa güçlerini pratikte büyük ölçekte kolektif emek yoluyla yenmeyi ve kontrol etmeyi öğrendikleri ölçüde derinlești.

Kültürel ve dini devrim, ilkel komünü dağıtan ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti ortaya çıkaran, insanlık tarihinin bugüne kadarki en büyük toplumsal devrimini yansıtmaktadır. Ne de olsa bize yașamayı mümkün kılan șey üretim araçlarıdır.

Demir aletlerin kullanılmaya bașlanması, tarım için büyük bir ilerlemeydi. Bu, bir nüfus artışına ve daha büyük, daha güçlü topluluklar ortaya çıkmasına sebep oldu. Her şeyden önce, toplumun önde gelen ailelerinin el koyabileceği bir ‘’artık’’ yarattı. Özellikle demirin kullanılmaya bașlanması, demir bakırdan da bronzdan da, hem alet hem de silah yapımında çok daha verimli olduğu için, üretim sürecinde niteliksel bir değișiklik anlamına geliyordu. Demir, eski metallerden daha yaygın bulunmaktaydı. Burada silahın ve savaşın ilk kez demokratikleştiğini görüyoruz. Zamanın en önemli silahı, ilk olarak M.Ö. 1200 yılında ortaya çıkan demir kılıçtı. Her erkeğin demir kılıcı olabilirdi. Bu nedenle savaş, ağırlıklı olarak aristokrat karakterini kaybedip kitlelerin meselesi haline geldi.

Demir balta ve orağın kullanılması tarımı dönüștürdü. Bir hektar ekili arazi artık eskisinden iki kat daha fazla insanı doyurabiliyordu. Ancak para hâlâ yoktu ve bu nedenle takas ekonomisi varlığını sürdürdü. Henüz üretilen ‘’artıkla’’ yatırım yapmanın bir yolu yoktu. Bu ‘’artığın’’ bir kısmına șef ve ailesi el koyuyordu. Diğer bir kısmı da bu toplumda merkezi bir rol oynayan șölenlerde kullanılıyordu.

Bir ziyafette 200-300 kişi doyabiliyordu. Böyle bir șölenin kalıntılarında 12 ineğin kemikleri ile çok sayıda koyun, domuz ve köpek bulundu. Böyle toplantılar, sadece abartılı bir șekilde yiyip içmek için bir fırsat değildi, aynı zamanda önemli bir sosyal ve dini rol oynuyordu. Bu tür seremonilerde insanlar, besin bolluğu için tanrıya şükrederlerdi. Ayrıca çeşitli klanların bir araya gelerek ilișkilenmesini ve toplumsal meselelerin çözülmesini de mümkün kılıyorlardı. Bu cömert ziyafetler, şeflere servetlerini ve güçlerini sergilemek ve böylece ilgili kabile veya klanın prestijini artırmak için imkan sağlıyordu.

Bu tür buluşma yerlerinden kademeli olarak kalıcı yerleşimlerin, pazarların ve küçük kasabaların temeli ortaya çıktı. Özel mülkiyet ve servet, emeğin artan üretkenliği ve yağma için cazip bir hedef teşkil eden, gittikçe artan ‘’artık’’ birikimiyle birlikte önem kazandı. Demir Çağı, sürekli savaşlar, kan davaları ve baskınlar dönemi olduğu için, yerleșkeler genellikle, İngiltere’de Dorset'teki Maiden Kalesi ve Hampshire'daki Danebury'de görüldüğü gibi, hendekler kazıp etrafına toprak yığma yöntemi ile güçlendirildi.

Savașların sonucunda, pek çoğu köle olarak satılan ve dönemin bir sonraki așamasında Romalılarla mal olarak takas edilen çok sayıda savaş esiri vardı. Coğrafyacı Strabo, "Bu insanlar size bir amfora șarap için bir köle verecek." diyor. Bu șekilde, bu toplumların sınırlarında alış-veriş başladı. Daha gelișmiș bir kültürle (Roma) alış-veriş yoluyla, Roma modellerine dayanan ilk madeni paralarla, para kademeli olarak kullanılmaya bașladı.

Özel mülkiyetin egemenliği ilk defa, zenginlik ve gücün bir azınlığın elinde toplanması anlamına geliyordu ve bu, bireyler ve çocukları arasındaki ilișkilerde dramatik bir değișiklik yarattı. Bunların sonucunda muhteşem mezarların yükselişini görüyoruz. İngiltere'de bu tür mezarlar yaklaşık olarak M.Ö. 3000’de ortaya çıkmaya başlar ve yönetici sınıfın veya kastın gücünü ifade ederler. Ayrıca, belirli bir bölge üzerindeki mülkiyet haklarının iddiasını da sağlarlar. Aynı şey, diğer erken kültürlerde de görülebilir. 18. yüzyılda haklarında ayrıntılı bir resim sunan araștırmalar yapılmıș olan Kuzey Amerika yerlileri buna bir örnektir.

Burada ilk kez yabancılașmayı görüyoruz. İnsan’ın özü, iki ya da üç anlamda kendine yabancılașıyor. İlk olarak, özel mülkiyet, bir bașkası tarafından el konulan kendi ürününe yabancılașmayı ifade eder. İkincisi, insanın kendi hayatı ve kaderi üzerindeki kontrolüne, kralın veya firavunun șahsında devlet tarafından el konulur. Son olarak, bu yabancılașma bu hayattan bir sonraki hayata tașınır - bütün insanların içsel varlığına ("ruh"), iyi niyetleri sürekli dualar ve kurbanlarla kazanılması gereken sonraki dünyanın tanrıları tarafından el konulur. Ve monarklar (mutlak hükümdarlar) için olan hizmet nasıl, yüksek memur ve soyluların üst sınıfının zenginliğinin temelini olușturduysa, aynı șekilde tanrılara kurban vermek de insanlar ile tanrılar ve tanrıçalar arasında duran rahip kastının zenginliğinin ve gücünün temelini olușturdu. Bu örgütlü dinin doğușudur.

Yeni çalıșma biçimleri sayesinde kazanılan üretimdeki büyüme ve verimlilik, dini inanç ve göreneklerde yeni tasavvurlar olușturdu. Burada da sosyal varlık bilinci belirler. Atalara ibadet ve bireyler ve aileleri için taș mezarlar yerine artık çok daha iddialı bir inanç ifadesi görüyoruz. Yerleșkelerin sınırlarını çizmek ve savunmak için inșa edilmiș, șașırtıcı büyüklükteki taș daireler, ișgücünün büyük ölçekte kolektif ve organize kullanımı ile mümkün olan nüfus ve üretimde etkileyici bir büyümeyi tasdik eder. Bu nedenle medeniyetin kökleri tam olarak barbarlıkta bulunur. Barbarlığın gelișimi ya kölelik ya da Marx'ın "Asya Tipi Üretim Biçimi" dediği șeyle sonuçlanır.

3. BÖLÜM: KÖLELİK VE ASYA TİPİ ÜRETİM BİÇİMİ

Asya Tipi Üretim Biçimi

Uygarlığın gerçek patlayıcı büyümesi, Mısır, Mezopotamya, İndus Vadisi, Çin ve Persia'da olmuștur. Bașka bir deyișle, sınıflı toplumun gelișmesi, üretici güçlerin ve bunun sonucu olarak o güne kadar görülmemiș bir seviyeye ulașmıș olan insan kültürünün muazzam ilerleyiși ile aynı zamana denk gelir.

Bugün, șehirlerin ve öncesinde tarımın, Mezopotamya, İndus Vadisi ve Sarı Nehir (Huang Ho) Vadisi'nin yanı sıra Mısır'da kabaca eș zamanlı olarak (M.Ö. 4000) ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Güney Mezopotamya'da Sümerler; Ur, Lagaș, Eridu ve diğer șehir devletlerini inșa etmişlerdir. Okuryazar bir toplum olarak, arkalarında çivi yazısıyla yazılmıș binlerce kil tablet bırakmışlardır.

Asya tipi üretim biçiminin temel özellikleri șunlardır:

1) Tarımcılık üzerine kurulu bir șehir toplumu.

2) Başlıca tarımsal bir ekonomi.

3) Her zaman olmasa da sıklıkla, sulama ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılayacak kapsamlı bir kanal-drenaj sisteminin yapımı ve bakımını içeren kamusal ișler.

4) Genellikle bașında bir tanrı-kral bulunan despot bir yönetim biçimi.

5) Büyük bir bürokrasi.

6) Vergilere dayalı bir sömürü sistemi.

7) Toprağın ortak (devlet) mülkiyeti.

Kölelik var olmasına rağmen (savaș esirleri), bunlar gerçekte köle toplumları değildi. Yapılan ișler karșılıksız değildi fakat, bu ișleri yapanlar köle değildi. Bir zorlama unsuru vardı ama alıșkanlık, gelenek ve din daha etkiliydi. Topluluk tanrı-krala (veya kraliçeye) ve tapınağa (bknz. İsrail) hizmet etmektedir. Bu durum devletle doğrudan ilișkilidir ve devletin kendisidir.

Devletin kökenleri burada din ile iç içe geçer ve bu dini aura günümüze kadar varlığını sürdürür. İnsanlara, sıradan insanların körü körüne hizmet etmesi gereken ve toplumun üstünde duran bir güç olarak devlete hușu ve saygı duygusuyla bakmaları öğretilir.

Bu toplumların temel yapıtașı olan köy komünü neredeyse kendi kendine yeterlidir. Çiftçi bir nüfusun erișebileceği az sayıda lüks mal, pazardan veya toplumun kıyısında yașayan, gezgin satıcılardan elde edilmektedir. Para çok az bilinmekte, vergiler devlete ayniyatla ödenmektedir. Tek tek köyler arasında hiçbir bağlantı yoktur ve iç ticaret zayıftır. Bu yapıyı bir arada tutan devlettir.

Sosyal geçișlilik neredeyse yoktu ve bu durum bazı durumlarda kast sistemi aracılığıyla daha da pekiştirilmekteydi. Bu düzende önemi vurgulanan birey değil gruptur. Endogami (iç evlilik) hüküm sürmektedir- yani, insanlar sadece kendi sınıfları veya kastları içinden insanlarla evlenir. Çocuklar genellikle ebeveynlerinin mesleklerini devam ettirir. Öyle ki Hindu kast sisteminde bu zorunludur. Geçișliliğin eksikliği ve sosyal katılık, insanları toprağa (köy komününe) bağlamaya yardımcı olur.

Bu tür toplumlara örnek olarak Mısırlılar, Babilliler, Asurlular, geleneksel olarak M.Ö. 1766'dan 1122'ye kadar hüküm süren ve bilinen ilk Çin hanedanlığı olan Shang veya Yin hanedanlığı ve Hindistan'da M.Ö. 2300'den 1700'e kadar hüküm süren İndus Vadisi (Harappan) uygarlığı verilebilir. Ayrıca tamamen bağımsız bir șekilde Meksika ve Peru'da gelișen İspanyol öncesi medeniyetler de bazı farklara rağmen çarpıcı derecede benzer özellikler sergilemektedir.

Vergi sistemi ve devlet için zorunlu ișçi hizmeti (angarya, Fr. “corvée”) gibi diğer sömürü yöntemleri, baskıcı olmakla beraber, kaçınılmaz ve doğal düzen olarak kabul görmekte ve bu, gelenek ve din tarafından desteklenmektedir. Angarya, feodalizmde olduğu gibi aristokrat bir toprak sahibi veya bu durumda devlet tarafından halka dayatılan, genellikle ücretsiz ve özgür olmayan bir emektir. Fakat Corvée sistemi batı feodalizmine benzese de toprak mülkiyeti sistemi hiçbir șekilde aynı değildir. Öyle ki Britanyalı egemenler Hindistan'ı sömürgeleştirirken en çok bunu anlamakta zorlanmıştır.

Kasaba ve șehirler genellikle, ticaret yolları boyunca, nehir kıyılarında, vahalarda veya diğer önemli su kaynaklarında olușurlar. Kasabalar, köylerin idari ve ticari merkezleridir. Tüccar ve zanaatkarlar (demirciler, marangozlar, dokumacılar, boyacılar, kunduracılar, duvar ustaları vb) burada bulunur. Devlet iktidarının yerel temsilcileri de burada yașar ve halk kitlelerinin onlarla tek temas noktası, düșük rütbeli memurlar, yazıcılar ve polis ya da askerlerdir.

Çiftçilere faiz karșılığında borç veren tefeciler de mevcuttur, fakat kendileri de vergi tahsildarları, tüccarlar ve köy gaspçıları tarafından soyulmaktadır. Bu antik unsurların çoğu bazı Orta Doğu ve Asya ülkelerinde modern zamanlara kadar hayatta kalmıştır. Fakat sömürgeciliğin ortaya çıkıșı eski Asya üretim biçimini kesin bir șekilde yok etmiştir. Her halükarda bu üretim biçimi daha fazla gelișmenin mümkün olmadığı tarihsel bir çıkmazdır.

Bu toplumlarda insanların entelektüel ufukları son derece sınırlıdır. Yașamlarındaki belirleyici güç, onlara tarih, din ve gelenekleri hakkında her șeyi öğreten aile ve klandır. Siyaset ve genel olarak dünya hakkında ya çok az șey bilmekte ya da hiçbir șey bilmemektedirler. Devletle tek temasları vergileri toplayan köy reisi üzerindendir.

Bu ilk medeniyetlerde çarpıcı olan, bir yandan uzun ömürlü olmaları, diğer yandan üretici güçlerinin son derece yavaș gelișimi ve dünya görüșlerinin așırı muhafazakar doğasıdır. Bu, temelde değişmez bir toplum modelidir. Tek tük değișiklikler, bozkırların göçebe barbarları Moğollarınki gibi düzenli isyanlar veya Çin'deki gibi hanedanlığın değișmesine neden olan köylü ayaklanmalarının sonucu olarak gerçekleșmiştir.

Bununla birlikte, bir hanedanı diğeriyle değiștirmek gerçek bir değișiklik anlamına gelmez. Sosyal ilișkiler ve devlet, tepedeki tüm değișimlerden etkilenmez. Sonuç hep aynıdır. İstilacılar toplum tarafından özümsenir ve sistem önceki gibi ișlemeye devam eder.

İmparatorluklar yükselmiş ve çökmüştür. Sürekli bir bölünme ve birleșme süreci vardır. Fakat bütün bu siyasi ve askeri değişimlere rağmen, toplumun en alt tabakasındaki köylüler için hiçbir şey değişmemiştir. Hayat görünüşte sonsuz (ve tanrı tarafından belirlenmiș) rutinini sürdürmüştür. Asya'da dinde hiç bitmeyen bir döngü fikri bu koșulların bir yansımasıdır. En altta, binlerce yıldır neredeyse hiç değişmeden hayatta kalan geçim tarımına dayanan eski köy komünü vardır. Ağırlıklı olarak tarımsal olan hayatlarının ritmi, mevsimlerin ebedi döngüsü, Nil'in yıllık seli vb. tarafından belirlenir.

Son yıllarda bazı entelektüel ve sözde Marksist çevrelerde Asya üretim biçimi konusunda çok fazla gürültü olmuştur. Ancak Marx, Asya tipi üretimden bahsetmesine rağmen, bunu nadiren ve genellikle bir kenar notu olarak yapmış ve bu fikri hiçbir zaman geliştirmemiştir. Bunu yapmamasının nedeni, bu üretim biçiminin insan evrimindeki Neandertallere benzer bir tarihsel çıkmaz olmasıdır. Bu, kazanımlarına rağmen, nihayetinde kendi içinde gelecekteki gelişim tohumlarını içermeyen bir toplum biçimidir. Bu tohumlar başka bir yere ekilmiştir: Yunanistan ve Roma topraklarına.

Kölelik

Yunan toplumu önceki uygarlıklardan farklı koșullarda kurulmuştur. Küçük Yunan șehir devletleri ekilebilir geniș araziler, Nil ovaları, İndus Vadisi ve Mezopotamya'nın geniș düzlüklerinden yoksundu. Bu șehirler, denize erișimi olan çorak dağ sıralarıyla çevriliydi. Bu koșullar gelișimlerinin tüm seyrini belirlemiştir. Topraklar tarıma da sanayiye de uygun olmadığı için Yunanlar denize itilmiş ve tıpkı kendilerinden önceki Fenikeliler gibi bir ticaret ulusu ve aracı haline gelmişlerdir.

Antik Yunanistan farklı bir sosyo-ekonomik yapıya ve dolayısıyla önceki Mısır ve Mezopotamya toplumlarından farklı bir mizaç ve dünya görüșüne sahipti. Hegel, doğuda egemen ruhun bir kișinin (kral veya tanrı-kral) özgürlüğü anlamına geldiğini fakat Yunanistan'da pek çok kişinin özgürlüğü olduğunu yazmıştır - yani köle olmayan Atina vatandașlarının özgürlüğü. Bununla birlikte ișin çoğunu yapan kölelerin hiçbir hakkı yoktu. Kadınlar ve yabancıların da.

Özgür vatandaşlar için Atina gelişmiş bir demokrasiydi. İnsanlık ve bireycilik ile nüfuz eden bu yeni ruh, Mısır ve Mezopotamya'dan niteliksel olarak farklı Yunan sanatını, dinini ve felsefesini etkilemiştir. Atina tüm Yunanistan'a hakim olduğunda, ne bir hazinesi ne de düzenli bir vergilendirme sistemi vardır. Bu, Persia'daki ve diğer eski uygarlıklardaki Asya sisteminden tamamen farklıydı. Ancak tüm bunlar nihayetinde özel mülkiyet olan kölelerin emeğine dayanmaktadır.

Temel ayrım özgür insanlar ve köleler arasındaydı. Özgür vatandaşlar genellikle vergi ödememekte vergi ödemek aşağılayıcı kabul edilmekteydi (tıpkı bedensel iş gibi). Bununla birlikte, Yunan toplumunda, sınıflar arasında, mülkiyete dayalı keskin bir ayrımla karakterize edilen acı bir sınıf mücadelesi de vardı. Köleler, tașınabilir mal gibi alınıp satılabilen üretim nesneleriydi. Romalılar'ın dilinde köle kelimesi, "konuşan alet" demek olan instrumentum vocale idi. Bu çok net bir șekilde ortaya koymaktadır ki, son 2000 yıldaki tüm değişikliklere rağmen, modern ücretli kölelerin gerçek konumu o zamandan bu yana temelde değişmemiştir.

Yunanistan ve Roma'nın, iğrenç ve insanlık dıșı bir kurum olan köleliğe dayanmalarına itiraz edilebilir. Fakat Marksistler tarihe ahlaki açıdan bakmazlar. Diğer her șey bir yana, "tarih üstü ahlak" diye bir șey yoktur. Her toplumun belirli bir gelișme düzeyine veya en azından içinde bulunduğumuz, medeniyet dediğimiz çağda belirli bir sınıfın çıkarlarına karșılık gelen kendi ahlakı, dini, kültürü vs. vardır.

Belirli bir savașın iyi, kötü ya da nötr olup olmadığı, kurbanlarının sayısına bakarak ya da soyut bir ahlaki bakıș açısıyla tespit edilemez. Savașları genel olarak güçlü bir șekilde kınayabiliriz, fakat insanlık tarihi boyunca bütün ciddi meselelerin nihayetinde bu șekilde çözüldüğünü inkar edemeyiz. Bu hem ulusal (savașlar) hem de sınıflar arası çatıșmalar (devrimler) için geçerlidir.

Bizim belirli bir toplum biçimine ve kültürüne karşı tutumumuz ahlaki düşüncelerle belirlenemez. Belirli bir sosyo-ekonomik oluşumun tarihsel olarak ilerici olup olmadığını belirleyen, her şeyden önce üretici güçleri geliştirme yeteneğidir - tüm insan kültürünün ortaya çıkıp geliştiği gerçek maddi temel budur.

Büyük düșünür Hegel șöyle yazmıştır: "İnsanlık kölelikten kurtulmaktan ziyade, kölelik sayesinde kurtulmuştur." (Tarih Felsefesi Üzerine Dersler) Kölelik canavarca ve baskıcı karakterine rağmen, toplumsal üretici gücün gelișiminin devamını sağladığı için ileriye doğru bir adım olmuştur. Modern bilimin pek çok başarısını Yunanistan ve Roma'ya, yani nihayetinde kölelerin emeğine borçluyuz.

Romalılar diğer halklara boyun eğdirmek için acımasızca șiddet kullanmış, şehir halklarını tümden köle olarak satmış, halk sirk etkinliklerinde eğlence amacıyla binlerce savaș esirini katletmiş ve çarmıha germe gibi incelikli infaz yöntemleri kullanmışlardır. Evet, bunların hepsi doğru ve bize göre de korkunç bir sapkınlık var. Fakat modern uygarlığımızın, kültürümüzün, edebiyatımızın, mimarimizin, tıbbımızın, felsefemizin ve birçok durumda dilimizin köklerinin nerede olduğunu düșünürsek cevap - Yunanistan ve Roma'da.

Köle Toplumunun Çöküșü

Köle toplumu, yok olmasına yol açan bir iç çelișki içermekteydi. Her ne kadar kölelerin bireysel emeği (zorunlu çalıșma nedeniyle) pek verimli değildi ise de, çok sayıda köle bir arada, örneğin cumhuriyetin son döneminde madenlerde ve latifundia’larda (köleler tarafından ișlenen büyük tarım arazileri) önemli miktarda ‘’artık’’ üretmiştir. İmparatorluğun zirvesinde köleler bol ve ucuzdu. Çünkü Roma savașları temelde büyük ölçekli köle avlarıydı.

Ancak belirli bir aşamada bu sistem sınırlarına ulaşmış ve daha sonra uzun bir çöküş sürecine girmiştir. Köle emeği yalnızca büyük ölçekte kullanıldığında üretken olduğu için, başarısının ön koşulu, düşük maliyetle bol miktarda sağlanmasıdır. Ancak köleler esaret altında çok yavaş üremektedir ve bu nedenle yeterli kölenin temin edilmesinin tek yolu sürekli savaştır. İmparatorluk, Hadrian altında genişlemesinin sınırlarına ulaştığında, bunu sağlamak giderek zorlaşmıştır.

Roma'da krizin başlangıcı, yoğun sosyal ve politik ayaklanmalar ve sınıf savaşı ile karakterize edilen bir dönem olan cumhuriyetin ikinci döneminde gözlemlenebilir. En bașından itibaren Roma'da zengin ve fakir arasında şiddetli bir mücadele vardır. Titus Livius ve diğerlerinin yazılarında rahatsız edici bir uzlaşmayla sonuçlanan Plebler ve Patriciler arasındaki mücadeleler hakkında ayrıntılı kayıtlar mevcuttur. Daha sonraki dönemde, Roma en güçlü rakibi Kartaca'yı yenerek Akdeniz'in hakimi haline geldiğinde, bunun esasen ganimetleri paylașma mücadelesi olduğunu görüyoruz.

Tiberius Gracchus, Roma zenginliğinin özgür vatandaşlar arasında bölünmesini talep etmiştir. Amacı İtalya'yı köle değil küçük çiftçi cumhuriyeti yapmaktır, fakat soylular ve köle sahipleri tarafından yenilmiştir. Bu uzun vadede Roma için bir felakettir. Cumhuriyetin ve ordunun belkemiği fakir köylüler Roma'ya tașınmış ve burada devlet desteği ile yașayan, üretken olmayan bir sınıf olan lümpen proleteryayı olușturmuşlardır. Zenginlere kin duydukları halde, yine de cumhuriyet ve imparatorluk dönemindeki tek üretken sınıf olan kölelerin sömürülmesine ortak bir ilgi göstermişlerdir.

Spartaküs liderliğindeki büyük köle ayaklanması, antik tarihin görkemli bir dönemiydi. Bu ezilen insanların ellerinde silahlarla ayağa kalkmaları ve dünyanın en büyük gücünün ordularını yenilgiden yenilgiye uğratmıș olmaları, tarihteki en inanılmaz olaylardan biridir. Ayaklanma bașarılı olsaydı ve Roma devletini devirselerdi, tarihin seyri çok bașka olurdu.

Spartaküs'ün bașarısızlığının temel nedeni, nihayetinde kölelerin șehirlerdeki proleterya ile ittifak kuramamıș olmasıdır. Şehirlerdeki proleterya, devleti desteklemeye devam ettiği sürece, kölelerin zaferi imkansızdı. Roma proleteryası, modern proleteryanın aksine, üretken olmayan, kölelerin emeği üzerinden yașayan, efendilerine bağlı, asalak bir sınıftı. Roma devriminin bașarısızlığı bu gerçeğe dayanmaktadır.

Kölelerin yenilgisi doğrudan Roma devletinin yıkılmasına yol açtı. Özgür bir köylülük olmadığı için devlet savaşmak için paralı bir orduya güvenmek zorunda kaldı. Sınıf mücadelesindeki çıkmaz, modern Bonapartizm fenomenine benzer bir durum doğurdu. Bunun Roma'daki eşdeğerine Sezarizm diyoruz.

Roma lejyoneri artık devlete değil, maașını ödeyen, ganimetini ve emekliye ayrıldığında alacağı toprak parçasını garanti eden komutanına sadıktı. Cumhuriyetin son dönemi, her iki tarafın da kesin bir zafer elde edemediği, giderek artan bir sınıf mücadelesi ile ayrıştırılabilir. Sonuç olarak Engels'in "silahlı insanların özel bir birliği" olarak nitelendirdiği devlet, giderek artan bir bağımsızlık elde etmeye, toplumun üstüne çıkmaya ve Roma'da büyüyen iktidar mücadelelerinde nihai karar verici merci olarak görünmeye bașlamıştır.

Bu sırada çok sayıda askeri maceraperest ortaya çıkmıştır: Marius, Crassus, Pompeius ve nihayet parlak bir general, zeki bir politikacı ve cumhuriyeti kelimelerle savunurken pratikte onu ortadan kaldıran kurnaz bir ișadamı olan Julius Caesar. Galya, İspanya ve Britanya'daki askeri zaferleri ile artan prestijini tüm gücü elinde toplamak için kullanan Caesar, cumhuriyeti korumak isteyen muhafazakar bir fraksiyon tarafından suikaste uğramasına rağmen eski rejim çökmeye mahkûmdur.

Brutus ve diğerleri triumvirlik (üçlü yönetim) tarafından yenildikten sonra cumhuriyet resmen tanındı ve bu görüntü ilk imparator Augustus tarafından korundu. İmparator ünvanı (Latince imperator) cumhuriyetçi kulaklar için rahatsız edici olan kral ünvanından kaçınmak için icat edilen askeri bir ünvandı. Ama o, ismi dıșında her yönüyle bir kraldı.

Eski cumhuriyetin usulleri, gerçek içeriği olmayan, rüzgar üflese yuvarlanacak içi boș kabuklar olarak uzun süre hayatta kaldı. Senato tüm gerçek güç ve otoriteden yoksundu. Julius Caesar öncesinde bir Galyalıyı senatör yaparak, saygın kamuoyunu șoka uğratmıştı. Caligula ise atını senatör yaparak bunu önemli ölçüde pekiştirdi. Kimse bunda yanlıș bir șey görmedi ya da gördülerse bile seslerini çıkarmadılar.

Tarihte, eski kurumlar varlık nedenleri ortadan kalktıktan sonra, uzun süre daha hayatta kalabilirler. Onlar, bir devrim tarafından süpürülünceye kadar hayata tutunan, eskimiş yaşlı bir adam gibi sefil bir varlığı sürdürürler. Roma İmparatorluğu'nun çöküșü yaklaşık dört yüzyıl sürdü. Bu kesintisiz bir süreç değildi. İyileşme ve hatta parlama dönemleri vardı, ancak genel çizgi aşağı doğru idi.

Böyle dönemlerde genel bir halsizlik hissi vardır. Baskın ruh hali şüphecilik, geleceğe olan güvensizlik ve karamsarlıktır. Toplumu bir arada tutan güçlü bir çimento görevi gören şeyler, eski gelenekler, ahlak ve din, güvenilirliklerini kaybederler. Eski din yerine insanlar yeni tanrılar ararlar. Düşüş döneminde Roma, doğudan gelen dini mezheplerin vebasıyla boğulmuştu. Hıristiyanlık bunlardan sadece biriydi ve sonuçta başarılı olmasına rağmen, Mitra kültü gibi çok sayıda rakiple mücadele etmek zorunda kaldı.

İnsanlar içinde yaşadıkları dünyanın sarsıldığını, varlıklarının tüm kontrolünü kaybettiğini ve yaşamlarının ve kaderlerinin görünmeyen güçler tarafından belirlendiğini hissettiğinde, mistik ve irrasyonel eğilimler güç kazanır. Böyle dönemlerde insanlar dünyanın sonunun çok yakın olduğuna inanır. Pek çok başka insanla beraber, ilk Hristiyanlar buna hararetle inanmışlardır. Aslına bakılırsa sona eren şey dünya değil, sadece belirli bir toplum biçimi olan köle toplumuydu. Hristiyanlığın başarısı, bu genel ruh hali ile bağlantı kurmuș olmasından kaynaklanmaktaydı. Dünya kötü ve günahkardı. Kişinin dünyaya ve dünyevi olan her șeye sırt çevirmesi ve ölümden sonra başka bir hayatı dört gözle beklemesi gerekiyordu.

Barbarlar Neden Zafer Kazandı

Barbar istilaları bașladığında, Roma İmparatorluğu'nun sadece ekonomik değil, ahlaki ve ruhsal yapısı da tümden çöküșün eșiğinde idi. Barbarların, köleler ve toplumun daha fakir kesimleri tarafından kurtarıcı olarak selamlanmıș olmaları șașırtıcı değildir. Zaten bütün hazırlığı yapılmış bir iși tamamlamışlardır. Barbar saldırıları, tarihsel bir zorunluluğun yerine gelmesine hizmet eden, tarihsel bir rastlantıdır.

İmparatorluk sınırlarına ulaştığında ve köleliğin doğasında var olan çelişkiler kendini göstermeye başladığında, Roma, sonunda barbarlar tarafından istila edilene kadar yüzyıllar süren uzun bir çöküş sürecine girdi. İmparatorluğun çöküşüne neden olan kitlesel göçler, antik çağlarda göçebe pastoral halklar arasında yaygın bir fenomendi ve nüfus artışı, iklim değişiklikleri vb. sonucu mera arazisi üzerindeki baskı gibi, çeşitli nedenlerle ortaya çıktı.

Doğudan art arda istila dalgaları gelmekteydi. Gotlar, Vizigotlar, Ostrogotlar, Alanlar, Lombardlar, Sueviler, Alamanlar, Burgundlar, Franklar, Thüryalılar, Frizler, Heruliler, Gepidler, Angluslar, Saksonyalılar, Jütler, Hunlar ve Macarlar Avrupa'ya girdiler. Her șeye kadir, sonsuz imparatorluk küle döndü ve barbarların çekiç darbeleri arasında kayda değer bir hızla çöktü.

Köle ekonomisinin çöküşü, șișkin bürokrasisi ve soyguncu vergi toplayıcıları ile imparatorluğun korkunç baskıcı doğası tüm sistemi zaten baltalamaktaydı. Farklı bir üretim tarzının - feodalizmin - gelişmesi için temelin atıldığı kırsala sürekli bir kayma oldu. Barbarlar sarsılan, çürümüş ve ölmekte olan bir sisteme yalnızca son darbeyi (coup de grâce) indirmiş oldular. O ihtişamlı mabet ayakta zor duruyordu ve son bir darbeyle yerle bir oldu.

Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da șöyle yazmaktadır: “Özgür insan ile köle, patrici ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, kısacası, ezen ve ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her seferinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte yokolușuyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir."

Roma İmparatorluğu'nun başına gelen, yukarıda sözü edilen son değişkenin çarpıcı bir örneğidir. Roma toplumunun ezilen sınıflarının vahşi ve sömürücü köle devletini devirmek için birleşememesi, içsel bir tükenmeye ve barbarların yolunu hazırlayan uzun ve acı verici bir sosyal, ekonomik ve kültürel çürümeye yol açmıştır.

Barbar saldırısının doğrudan sonucu, medeniyeti yok etmek ve bin yıl boyunca toplumu ve insan düşüncesini geri atmaktı. Üretici güçler şiddetli bir kesintiye uğradı. Şehirler yıkıldı ya da terk edildi. İşgalciler kasaba ve şehirlerden bihaber tarımcı halklardı. Genelde kasabalara ve sakinlerine düşmanca davrandılar (her dönem köylüler arasında oldukça yaygın olan bir psikoloji). Bu yıkım, tecavüz ve yağma süreci, yüzyıllar boyunca devam edecek ve Karanlık Çağlar dediğimiz korkunç bir geri kalmışlık mirasını arkasında bırakacaktı.

Barbarlar, Roma'yı fethetmeyi başarabildikleri halde, bu toplumlar tarafından oldukça hızlı bir şekilde özümsenmiş ve hatta kendi dillerini kaybederek Latince bir lehçe konuşmaya başlamışlardır. Modern Fransa'ya adını veren Franklar, modern Almanca ile akraba bir dil konuşan bir Cermen kabilesiydi. Aynı şey İspanya ve İtalya'yı işgal eden Cermen kabilelerine de oldu. Normalde, ekonomik ve kültürel olarak geri kalmış insanlar daha gelişmiş bir halkı fethettiğinde olan budur. Aynı şey daha sonra Hindistan'ı fetheden Moğol topluluklarına da olmuştur. Daha gelişmiş Hindu kültürü tarafından asimile edilmiş ve sonunda yeni bir Hint hanedanı olan Babürleri kurmuşlardır.

4. BÖLÜM: FEODALİZM VE KAPİTALİZM

Feodalizm

Roma'nın çöküşünün ardından feodal sistemin yükselişine, Pirenelerin kuzeyindeki tüm Avrupa'da uzun bir kültürel durgunluk dönemi eşlik etti. Su çarkı ve yel değirmenlerinin icadı dışında, yaklaşık bin yıldan fazla süren dönemde önemli bir icat yapılmadı. Roma'nın yıkılmasından bin yıl sonra bile Avrupa’daki doğru düzgün tek yol Roma’dan kalanlardı. Başka bir deyişle, bir kültür tutulması vardı. Bu, kültürün nihayetinde bağlı olduğu üretici güçlerin çöküşünün bir sonucuydu. Tarihte düşüş eğrisi ile kastettiğimiz budur. Ve böyle bir şeyin tekrarlanmayacağını düşünmek yanlıştır.

Barbar istilaları, savaşlar ve veba salgınları, ilerleme sürecinin gerileme dönemleriyle kesintiye uğraması anlamına geliyordu. Ancak nihayetinde Roma'nın çöküşüyle örtüşen kaotik koşulların yerini yeni bir denge aldı: feodalizm. Roma İmparatorluğu'nun zayıflaması, Avrupa'nın çoğunda kentsel yaşamda keskin bir düşüşe neden oldu. Barbar işgalcileri yavaş yavaş özümsendi ve onuncu yüzyılda Avrupa yavaş yavaş yeni bir yükseliş dönemine girdi.

Tabii ki, bu ifade göreceli niteliktedir. Kültür, 14. ve 15. yüzyılların sonlarında Rönesansın başlangıcına kadar antik çağlarla karşılaştırılabilir seviyelere ulaşamamıştır. Öğrenim ve bilim Kilisenin otoritesine sıkıca tabi kılınmıştır. Erkeklerin enerjileri ya sürekli savaşta ya da manastır hayallerinde eriyip gitmekteydi, ama yavaş yavaş dibe çöküş sona erip yerini uzun bir yükseliş eğrisine bıraktı.

İletişim yollarının kapanmış olması ticaretin çökmesine yol açmış, para ekonomisi zayıflamış ve yerini giderek takasa bırakmıştır. İmparatorluk altındaki köle sisteminin bütünleşik uluslararası ekonomisi yerine, küçük izole tarım topluluklarının çoğaldığı görülmüştür.

Köleler serbest bırakılıp iskancılara, ve ardından toprağa bağlı serflere dönüştüklerinde, Roma toplumunda feodalizmin temeli zaten atılmıştı. Farklı zamanlarda farklı ülkelerde farklı biçimler alan bu süreç, barbar fetihleri ile hızlandı. Cermen savaş ağaları fethedilen toprakların ve sakinlerinin efendileri haline geldi ve serflerin emeğine el konulmasının karşılığında askeri koruma ve bir derece güvenlik sağladı.

Feodalizmin ilk döneminde, soyluların dağılması nispeten güçlü monarşilere izin verdi, ancak daha sonra kraliyet gücü, ona meydan okuyabilecek ve onu devirebilecek güçlü zümrelerle karşı karşıya kaldı. Baronların sık sık birbirlerine ve krala karşı savaşa sürdükleri kendi feodal orduları vardı.

Avrupa'daki feodal sistem esasında merkezi olmayan bir sistemdi. Monarşinin gücü aristokrasi ile sınırlıydı ve merkezi güç genellikle zayıftı. Derebeyinin ağırlık merkezi, yani gücünün dayanağı, malikanesi ve arazisi idi. Devletin gücü zayıftı ve bürokrasi yoktu. Merkezin bu zayıflığı, daha sonra kasabaların bağımsızlığına kraliyet imtiyaznamesi ve burjuvazinin ayrı bir sınıf olarak ortaya çıkmasına imkan yarattı.

Ortaçağ'ın romantik idealleştirilmesi bir efsaneye dayanmaktadır. Bu, büyük bir zulüm, barbarlık ve Marx ve Engels'in acımasız bir güç gösterisi olarak adlandırdığı kanlı ve sarsıntılı bir dönemdir. Haçlı Seferleri, olağandışı bir gaddarlık ve insaniyetsizlikle karakterize edilir. İtalya'yı hedef alan Alman işgalleri ise yararsız çabalardan ibarettir.

Orta Çağ'ın son dönemi, tıpkı kendi zamanlarımızda olduğu gibi, sürekli karışıklıklar, savaşlar ve iç savaşlarla dolu, sıkıntılı bir zamandı. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın eski düzen zaten ölmüştü. Hâlâ meydan okurcasına ayakları üzerinde durmasına rağmen, varlığı artık normal - kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gereken bir sistem - olarak görülmemekteydi.

Yüz yıl boyunca İngiltere ve Fransa, Fransa'nın büyük bir bölümünü harap eden kanlı bir savaştaydı. Azincourt muharebesi, Orta Çağ'ın son ve en kanlı savaşıydı. Burada, özünde, savaş alanında iki rakip dsüzen karşılaştı: Soyluluk, şövalyelik ve hizmet fikrine dayanan eski feodal askeri düzen, ücretli emeğe dayanan yeni paralı asker ordusu ile çatıştı.

Fransız soyluları büyük bir yıkıma uğradı ve sıradan insanlardan oluşan paralı bir ordu tarafından utanç verici bir yenilgi aldılar. İlk 90 dakikada Fransız asillerinden 8.000'i kılıçtan geçirildi ve 1.200 şövalye esir alındı. Günün sonunda savaş alanında kanlar içinde ölü yatan sadece Fransız soylularının tamamı değil, feodal düzenin kendisiydi.

Bunun önemli toplumsal ve politik sonuçları oldu. O andan itibaren, Fransız soyluların hakimiyeti sarsılmaya başladı. İngilizlerin Fransa'dan sürülmesi, köylü bir kız olan Jeanne d’Arc tarafından yönetilen halk ayaklanmasının sonucuydu. Fransız halkı, yaşamlarındaki yıkım, kargaşa ve katliamların ortasında, ulusal kimliklerinin bilincine vardılar ve bu doğrultuda hareket ettiler. Burjuvazi, imtiyaz ve hak talep etmeye başladı ve burjuvaziye ve halka dayanan yeni bir merkezi monarşik güç iktidarın dizginlerini elinde tutmaya ve Modern Fransa’yı meydana getirmiş olan yeni bir ulusal devleti oluşturmaya başladı.

Kara Veba

Belirli bir sosyo-ekonomik düzen krize ve gerilemeye girdiğinde, bu sadece üretici güçlerin durgunluğuna değil, toplumun her seviyesine yansır. Feodalizmin gerilemesi, entelektüel yaşamın sona erdiği ya da ölmek üzere olduğu bir çağdı. Kilisenin cansız eli tüm kültürel ve bilimsel girişimleri felç etti.

Feodal yapı, her katmanı bir diğerine sözde görevlerle bağlantılı olan karmaşık bir hiyerarşinin tepesinde Tanrının ve Kral'ın durduğu bir piramide dayanıyordu. Teorik olarak, derebeyleri, yedirip içiren, giydirip kuşatan, lüks ve avare hayatlarının devamını sağlayan köylüleri “korudular”; rahipler ruhları için dua etti, şövalyeler onları savundu, vs.

Bu sistem oldukça uzun, Avrupa'da neredeyse bin yıl, sürdü: yaklaşık 5. yüzyılın ortasından 15. yüzyılın ortalarına kadar. Ancak 13. yüzyılda İngiltere ve diğer ülkelerdeki feodalizm sınırlarına ulaşmıştı. Nüfus artışı tüm sistemi muazzam bir yük altına soktu. Sınır toprakları ekime tabi tutulmak zorundaydı ve nüfusun çoğu küçük arazilerde kıt kanaat geçinebilmekteydi.

Bu, sağlam olmayan bir yapının yeterince güçlü bir harici darbeyle çökertilebileceği, “kaosun eşiği” durumuydu. Ve hangi darbe bu olacaklardan daha güçlü olabilirdi? Avrupa nüfusunun üçte biri ile yarısı arasında insanı katleden Kara Veba'nın yarattığı yıkım, 14. yüzyılın adaletsizliğini ve sefaletini, cehaletini, entelektüel ve ruhsal karanlığını gün gibi ortaya serdi.

Bugün Kara Veba'nın feodalizmi baltalamada önemli bir rol oynadığı kabul edilmektedir. Bu, İngiltere örneğinde özellikle bellidir. Avrupa nüfusunun yarısını öldüren veba 1348 yazında İngiltere'ye yayılmış, iç İngiltere'nin kırsal köylerine yayıldıkça nüfusu kırıp geçirmiştir. Bütün aileler, bazen bütün köyler yok olmuştur. Avrupa anakarasında olduğu gibi, nüfusun yaklaşık yarısı yok olmuştur. Bununla birlikte, hayatta kalmayı başaranlar kendilerini oldukça büyük miktarlarda toprağın sahibi halde bulmuş, yeni bir zengin köylü sınıfı yaratılmıştır.

Devasa can kaybı, aşırı bir işgücü eksikliğine yol açtı. Hasatları toplayacak yeterli işçi ya da diğer gerekli işlevleri yerine getirecek zanaatkârlar yoktu. Bu, derin bir toplumsal dönüşümün temelini attı. Güçlerinin farkına vararak, köylüler daha yüksek ücret ve daha düşük kiralar talep etti ve istediklerini aldılar. Eğer efendileri taleplerini karşılamayı reddederse, her zaman ayrılabilir ve taleplerini karşılayacak başka bir efendiye gidebilirlerdi. Bazı köyler bu şekilde tamamen terk edildi.

Eski bağlar önce zayıfladı ve sonrasında koptu. Köylüler, feodal yükümlülüklerin boyunduruğundan kurtuldukça, birçoğu talihlerini aramak için kasabalara akın etti. Bu da, kasabaların daha da gelişmesine ve dolayısıyla burjuvazinin yükselişine yol açtı. 1349 yılında Kral III. Edward, tarihteki ilk ücret politikası olan İşçi Nizamnamesi’ni kabul etti. Bu sayede, ücretlerin eski seviyelerde tutulması gerektiğini hükme bağladı. Ama yasa en başından beri geçersiz bir kağıt parçasıydı. Arz ve talep yasası o zaman bile herhangi bir kraliyet kararnamesinden daha güçlüydü.

Her yerde yeni bir isyan havası vardı. Eski iktidarın altı oyulmuş, artık saygınlığını yitirmişti. Tüm çürümüş yapı yalpalıyordu, düştü düşecekti. Son bir darbeyle işi bitecek gibi görünüyordu. Fransa'da jacqueries olarak bilinen bir dizi köylü ayaklanması vardı. Daha da ciddi olan, isyancıların Londra'yı işgal ettiği ve bir süreliğine kralı kontrolleri altına aldıkları İngiltere'deki Köylüler İhtilali (1381) idi. Ama sonuçta bu ihtilaller başarıya ulaşamadı.

Bu ayaklanmalar, koşulların tam olarak olgunlaşamadığı bir dönemde burjuva devriminin vakitsiz öncülleriydi. Feodalizmin çıkmazının ve kitlelerin derin hoşnutsuzluğunun ifadesiydiler. Fakat bir çıkış yolu da olamadılar. Sonuç olarak, feodal sistem, büyük ölçüde tadil edilmiş olsa da, bir süre daha hayatta kaldı ve hastalıklı ve çöküşte olan bir toplumsal düzenin tüm semptomlarını gösteriyordu. Orta Çağ'ın son dönemi, tıpkı bugün olduğu gibi, sürekli karışıklıklar, savaşlar ve iç savaşlarla nitelendirilen, sıkıntılı bir zamandı.

Dünyanın sonunun yaklaştığı hissi, belirli bir sosyo-ekonomik sistemin geri dönüşü olmayan bir uçuruma düştüğü her tarihsel dönemde ortaktır. Bu, çok sayıda erkeğin yollarda yalınayak, sırtlarında tövbe çulları, paçavralarla, kanayana kadar kendilerini kırbaçladıkları bir dönemdi. Kendini kırbaçlamayı benimseyen tarikatlar, kaygıyla her an gelebilecek dünyanın sonunu bekliyordu.

Sonunda, gelen dünyanın sonu değil, sadece feodalizmin sonuydu ve yerine yeni Milenyum değil, yalnızca kapitalist sistem geldi. Ancak insanların bunu anlamaları beklenemezdi. Tek bir şey herkesçe malumdu: Eski dünya hızlı ve umarsız bir çürüme halindeydi. İnsanlar çelişkili yönelimlerle altüst olmuştu. İnançları paramparça olmuş, soğuk, insaniyetsiz, düşmanca ve anlaşılmaz bir dünyada başıboş kalmışlardı.

Burjuvazinin Yükselişi

Önceki mutlak kesinlikler alaşağı olmuş, sanki dünyanın temel taşı yerinden oynamıştı. Sonuç korkunç bir çalkantı ve belirsizlikti. 15. yüzyılın ortalarında, eski inanç sistemi çözülmeye başladı. İnsanlar kurtuluş, rahatlık ve teselli bulmak için artık kiliseye dönmemekteydi. Bunun yerine farklı biçimlerde dini ihtilaflar ortaya çıktı ve sosyal ve siyasi muhalefet için bir kılıf haline geldiler.

Köylüler eski yasalara ve kısıtlamalara meydan okumakta, hareket özgürlüğü istemekte ve ruhsatsız olarak kasabalara göç ederek bu hakkı savunmaktaydılar. Çağdaş kayıtlar, efendilerin emekçilerin emir alma isteksizliği karşısındaki öfkelerini ifade eder. Hatta kimi zaman grevler bile olmuştur.

Tüm bu karanlığın ortasında yeni güçler kımıldanmakta, yeni bir gücün doğuşunu ve eski toplumun rahminde yavaş yavaş büyüyen yeni bir medeniyeti ilan etmekteydi. Ticaretin yükselişi ve kasabalar beraberlerinde, feodal yönetici sınıfları, soyluları ve Kilise’yi mevki ve güç için yerinden etmeye başlayan yeni, hevesli bir sınıfı, burjuvaziyi doğurdu. Sonraki yüz yıl boyunca yeni eğilimlerin ortaya çıkmaya başladığı sanat ve edebiyat da yeni bir toplumun doğuşunun ifadesi oldu.

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın eski düzen zaten ölmüştü. Hâlâ meydan okurcasına ayakları üzerinde durmasına rağmen, varlığı artık normal - kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gereken bir sistem - olarak görülmemekteydi. Dünyanın sonunun yaklaşmakta olduğuna dair genel algı (daha doğrusu hissiyat) tamamen yanlış değildi. Sadece dünyanın sonu değil, feodal sistemin sonu idi.

Feodalizm denizinde yükselen kapitalizm adaları olan kasabalar, eski düzenin altını yavaş yavaş oymaya başlamıştı. Toplumun kıyılarında beliren yeni para ekonomisi, feodal ekonominin temellerini aşındırmaktaydı. Eski feodal kısıtlamalar artık dayanılmaz bir yük, ilerlemenin önünde tahammül edilmez bir engel haline gelmişti. Parçalanmaları gerekliydi, ve zamanla parçalandılar. Ancak burjuvazinin zaferi bir anda kazanılmadı. Eski düzene karşı nihai bir zafer kazanılması için uzun bir dönem gerekmişti. Kasabalarda ancak adım adım yeni bir yaşam kıvılcımı ortaya çıkmıştı.

Ticaretin ağır ağır toparlanması, burjuvazinin yükselişine ve özellikle Flandra, Hollanda ve Kuzey İtalya'da kasabaların yeniden canlanmasına yol açtı. Yeni fikirler ortaya çıkmaya başladı. Türklerin Konstantinopolis’i fethinin (1453) ardından, klasik antik çağın fikirlerine ve sanatına yeni bir ilgi başladı. İtalya ve Hollanda'da yeni sanat türleri ortaya çıktı. Boccaccio’nun Decameron’u ilk modern roman kabul edilebilir. İngiltere'de Chaucer'ın el yazmaları, sanattaki yeni ruhu yansıtan canlılıkla ve renklerle doludur. Rönesans ilk ürkek adımlarını atmakta, kaostan yavaş yavaş yeni bir düzen ortaya çıkmaktadır.

Reform Hareketi

14. yüzyılda kapitalizm, Avrupa'da köklerini sağlam bir şekilde salmıştı. Hollanda, Avrupa'nın fabrikası olurken ve ticaret Ren nehri boyunca gelişti. Kuzey İtalya şehirleri, Bizans ve Doğu ile ticaret yolları açarak, ekonomik büyümenin ve ticari faaliyetin güçlü birer lokomotifi haline geldi. 5. ve 12. yüzyıllar arasında, Avrupa büyük ölçüde birbirinden yalıtılmış ekonomilerden oluşmaktaydı. Ama artık durum değişmişti! Amerika'nın keşfi, Ümit Burnu’nun geçilmesi ve ticaretin genel olarak genişlemesi sadece zenginliğin yaratılmasına değil, insanların zihinlerinin gelişmesine de yeni bir ivme kazandırdı.

Bu koşullar altında, eski entelektüel durgunluk artık mümkün değildi. Marx ve Engels'in Komünist Manifesto’da açıkladığı gibi, muhafazakarların ve gericilerin bütün dayanak noktaları çürümüştü:

“Amerika'nın keşfi, Afrika’nın çevresinin dolaşılması yükselen burjuvaziye yeni bir alan açtı. Doğu Hint ile Çin pazarı, Amerika'nın yerleşime açılması, sömürgelerle alışveriş, değiş tokuş araçları ile genel olarak malların çoğalması, ticarete, gemiciliğe, sanayiye daha önce hiç görülmemiş bir atılım, dolayısıyla çöken feodal toplumunun içindeki devrimci öğeye hızlı bir gelişim kazandırdı.”

İtalya, Hollanda, İngiltere ve daha sonra Fransa'da burjuvazinin yükselişine, kültür, sanat ve bilimde olağanüstü bir gelişmenin eşlik etmesi tesadüf değildir. Troçki'nin bir zamanlar söylediği gibi, devrim her zaman tarihin itici gücü olmuştur. Burjuva devriminin 17. ve 18. yüzyıllarda zafer kazandığı ülkelerde, üretici güçlerin ve teknolojinin gelişimi, Kilise'nin ideolojik hakimiyetini sonsuza dek baltalayan aynı doğrultuda bir bilimsel ve felsefi gelişim ile bütünlenmiştir.

Kapitalizmin tarihte hâlâ ilerici bir gücü temsil ettiği burjuvazinin yükseliş döneminde, bu sınıfın ilk ideologları Katolik Kilisesi'nden başlayarak feodalizmin ideolojik kalelerine karşı çetin bir savaş vermiştir. Feodal toprak ağalarının gücünü yok etmeden çok önce burjuvazi, Kilise ve militan kolu Engizisyon çevresindeki feodal sistemi korumak için kurulan felsefi ve dini savunmaları da yıkmak zorunda kalmıştır. Bu devrim, Martin Luther'in Kilisenin otoritesine karşı başkaldırmasıyla öncüllenmişti.

14. ve 15. yüzyıllarda Almanya, tamamen tarımsal bir ekonomiden kopuşu ve geleneksel feodal hiyerarşiyle çatışan yeni sosyal sınıfların yükselişine tanıklık etti. Luther’in Roma Katolik Kilisesi’ne yaptığı saldırılar, devrimi ateşleyen bir kıvılcım gibiydi. Kasabalılar ve küçük soylular, din adamlarının gücünü kırmaya, Vatikan'ın pençesinden kurtulmaya ve dahası kilise mülküne el koyarak zenginleşmeye çalıştılar.

Fakat feodal toplumun derinliklerinde, başka daha esas güçler uyanmaktaydı. Luther’in din adamlarına yönelik itirazları ve Hristiyan özgürlüğü hakkındaki fikirleri Alman köylülerine ulaştığında, bu köylüler uzun süredir derebeyleri tarafından ezilen ve acı çeken kitlelerin bastırılmış öfkesinin kışkırtıcıları oldular. Şimdi bütün zalimlerden korkunç bir intikam almak için ayağa kalkıyorlardı.

1524'te başlayan Köylüler Savaşı(Alman Köylü Savaşı), 1526'da bastırılıncaya kadar Kutsal Roma İmparatorluğu'nun Cermen bölgelerine yayıldı. Bundan sonra olanlar tarihte sık sık tekrarlanagelmiştir. Devrimci fikirlerinin sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığında, Luther bir taraf seçmek zorunda kalınca köylüleri ezmek için kasabalılar, soylular ve prenslerle birleşti.

Köylüler, Thomas Müntzer'in şahsında daha iyi bir lider buldu. Luther barışçıl direnişi vaaz ederken, Thomas Müntzer şiddetli vaazlarla rahipliğe saldırdı ve halkı başkaldırmaya çağırdı. Luther gibi, eylemlerini haklı çıkarmak için İncil'den atıfta bulundu: “Mesih, ‘Barış göndermeye değil, kılıç göndermeye geldim’ demiyor mu?”

Hareketin en radikal kanadı, halihazırda özel mülkiyeti sorgulamaya başlayan Anabaptistlerdi. Kendilerine model olarak Elçilerin İşleri’nde tanımlanan ilk Hristiyanların ilkel komünizmini aldılar. Müntzer, Kutsal Kitabın yanılmaz olmadığını, Kutsal Ruh'un aklın armağanı aracılığıyla doğrudan iletişim kurma yollarına sahip olduğunu ileri sürmüştü.

Luther dehşete düştü ve “Cani, Hırsız Köylü Yığınlarına Karşı” isimli yüz kızartıcı bir broşür yazdı. Bu başkaldırı, Almanya'yı yüzyıllarca geriye götüren tarifsiz bir zalimlikle bastırıldı. Ancak Protestanlığın yükselişine de yansıyan burjuva isyan dalgası artık önlenemezdi.

Gerici feodal güçlerin, yeni toplumun embriyosunu daha doğmadan ezdikleri bu topraklar, uzun ve utanç verici bir yozlaşma, gerileme ve çürüme döneminin dehşetine mahkum edilmiş oldu. İspanya örneği bu anlamda en çarpıcı olanıdır.

Burjuva Devrimi

İlk burjuva devrimi, Katolik İspanya'nın baskıcı yönetimine karşı Hollanda'nın ulusal isyanı biçimini aldı. Başarılı olmak için, zengin Hollandalı kasabalılar yüzünü mülk sahibi olmayan adamlara - esasen toplumun en yoksul tabakalarından gelen gözü pek, her şeyi göze almış umutsuzlara - döndü. Hollanda Devrimi'nin hücum kıtaları, düşmanları tarafından saygısızca Deniz Dilencileri olarak adlandırılıyordu.

Bu tanımlama tamamen yanlış değildi. Yoksul zanaatkârlar, emekçiler, balıkçılar, evsiz ve mülksüz kalmış insanlardı - toplumun süprüntüleri olarak kabul edilen, ancak Kalvinist fanatizmle ateşlenen bu kesim, güçlü İspanya kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Hollanda Cumhuriyeti'nin ve modern müreffeh burjuva Hollanda'nın yükselişinin temelini bu oluşturdu.

Burjuva devrimindeki bir sonraki evrenin sonuçları daha da önemli ve geniş kapsamlıydı. 17. yüzyılın İngiliz devrimi iç savaş biçimini aldı. İki güç odağı ortaya çıktı: Ayrıcalıklı sınıflara veya bu sınıfların üst kesimlerine (Oxford merkezli aristokratlar ve piskoposlara) dayanan kraliyet gücünün karşısına, Londra merkezli küçük toprak sahipleri ve avam kitleleri ile birlikte burjuvazi çıktı.

İngiliz Devrimi, ancak Oliver Cromwell, en radikal unsurları, yani silahlı halk tabakasını arkasına alıp, burjuvaziyi bir tarafa iterek, Monarşi yanlılarına karşı devrimci bir savaş yürüttüğünde başarılı oldu. Sonuç olarak, kral yakalandı ve idam edildi. Çatışma, Parlamentonun tasfiye edilmesi ve Cromwell diktatörlüğü ile sonuçlandı.

Ordunun alt safları, Düzleyiciler (İng. ‘the Levellers”) önderliğinde - devrimin aşırı sol kanadı - devrimi daha da ileriye taşımaya çalıştı. Özel mülkiyeti sorguladılar, ancak Cromwell tarafından bastırıldılar. Bu yenilginin nedeni dönemin nesnel koşullarında aranmalıdır. Sanayi henüz sosyalizm için temel oluşturabilecek bir noktaya gelmemiştir.

Emekçi sınıfının kendisi embriyonik bir gelişme aşamasında kaldı. Düzleyiciler, küçük burjuvazinin daha alt kademelerini temsil ediyordu ve bu nedenle, tüm kahramanlıklarına rağmen, tarihte kendi yollarını çizemediler. Cromwell’in ölümünden sonra burjuvazi, monarşiyi gelecekte özel mülkiyete karşı herhangi bir devrime karşı siper etmek için muhafaza ederken, gerçek gücün kendi ellerinde kalmasını sağlamak için II. Charles ile bir uzlaşıya vardı.

Ulusal bağımsızlık savaşı şeklindeki Amerikan Devrimi, İngiltere Kralı George'un ordularına karşı başarılı bir gerilla savaşı yürüten yoksul çiftçi kitlelerini içerdiği ölçüde başarılı oldu.

1789-93 yıllarında Fransız Devrimi, İngiliz Devrimi'nden çok daha ileri bir seviyedeydi. Bu insanlık tarihindeki en büyük olaylardan biriydi. Bugün bile sonsuz bir ilham kaynağı olarak görülmektedir. Cromwell din bayrağı altında savaşırken, Fransız burjuvazisi de Akıl bayrağını yükseltmiştir. Devrim, Bastille'in heybetli duvarlarını yıkmadan önce bile, Kilise ve dinin gözle görülemeyen, fakat bir o kadar da heybetli duvarlarını yıkmıştır.

Her aşamada, Fransız Devrimi'ni ileriye götüren ve tüm engelleri bir kenara süpüren itici güç aslında kitlelerin aktif katılımıydı. Kitlelerin bu aktif katılımı yavaşladığında Devrim tamamen durmuş ve tersine dönmüştür. Önce Termidorcu ve daha sonra Bonapartist türden gericiliğe doğrudan yol açan da budur.

Fransız Devrimi'nin düşmanları, her zaman şiddet ve kan dökülmesi suçlamasıyla devrimin imajını karartmaya çalışırlar. Nitekim kitlelerin şiddeti, eski yönetici sınıfın şiddetine karşı kaçınılmaz bir tepkidir. Terör Dönemi’nin kökenleri, devrimin hem iç hem de dış düşmanlar tarafından şiddetle devrilme tehdidine karşı tepkisine dayanmaktadır. Devrimci diktatörlük, devrimci savaşın sonucu ve bu savaşın yalnızca bir tezahürüdür.

Robespierre ve Jakobenler’in yönetimi altında yarı proleter Baldırı Çıplaklar (Fr. “Sans-culottes”), Devrimi başarılı bir sonuca ulaştırdı. Aslında kitleler, liderlerinin istediklerinden daha ileri gitmeye itti(zorladı). Nesnel olarak Devrim, burjuva-demokratik nitelikteydi, çünkü üretici güçlerin ve emekçi sınıfının gelişimi sosyalizmin mevzu bahis olabileceği bir noktaya ulaşmamıştı.

Belli bir noktada, sınırlarına ulaşan süreç tersine dönmek zorunda kaldı. Robespierre ve hizipleri, solcu kanadı devirdiler fakat sonra kendileri de aynı kaderi paylaştılar. Fransa'daki Termidorcu gericiler, Jakobenlerin peşine düşüp bastırdı; yıllarca zahmet ve türlü fedakarlıkla yıpranmış kitleler edilgenlik ve kayıtsızlığa düşmeye başlamıştı.Rüzgar artık sağdan esiyordu. Ancak, Eski Rejim(Ancien Régime) yeniden tesis edilemeyecekti. Devrimin temel sosyo-ekonomik kazanımları korundu ve toprak sahibi soyluların gücü kırıldı.

Çürümüş ve yozlaşmış Direktuvar idaresini, en az onun kadar çürümüş ve yozlaşmış Bonaparte diktatörlüğü izledi. Eşitlikçi eğilimleri olan, Jakobenler ve Baldırı Çıplaklar (Sans-culottes) Fransız burjuvazisini dehşete düşürmüştü. Fakat kraliyetçi karşı-devrim tehdidi daha da korkutucuydu, çünkü burjuvaziyi iktidardan düşürebilecek ve zamanı 1789 öncesi döneme geri sarabilecek bir tehditti. Savaşlar devam ederken gericilerin iç isyanları hâlâ patlak vermekteydi. Tek çıkış yolu, diktatörlüğü ancak askeri yönetim biçiminde yeniden takdim etmekti. Burjuvazi, bir kurtarıcı arıyordu ve aradığını Napolyon Bonapart‘ın şahsında buldu.

Waterloo Savaşı'nda Napolyon'un yenilmesiyle, devrimci Fransa'nın yaktığı ateşin titreyen son közleri de söndü. Uzun, sıkıntılı bir dönem, kalın boğucu bir toz bulutu gibi Avrupa'ya çöktü. Muzaffer mukabele kuvvetlerinin iktidardaki konumu sağlam gözüküyordu. Ama bu sadece görünüşteydi. Yüzeyin altında, Devrim Köstebeği yeni bir devrimin temellerini kazmakla meşguldü.

Avrupa'da kapitalizmin zaferi, endüstrinin devasa atılımının temelini oluşturdu ve bununla birlikte, kapitalizmi devirmek ve toplumsal gelişimin yeni ve daha yüksek bir aşamasının, sosyalizmin yolunu açmak kaderi olan sınıfı güçlendirdi. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da şöyle yazmıştır:

“Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - komünizmin hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek için kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları. ”

Bu sözler, Viyana Kongresi tarafından 1815'te Napolyon'un yenilmesinin ardından kurulan gerici sistemi anlatmaktadır. Niyet edilen sonsuza dek devrim riskini ortadan kaldırmak, Fransız Devrimi'nin hayaletini sonsuza dek defetmekti. “Eski Avrupa'nın güçleri”nin acımasız diktatörlüğü sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi görünmekteydi. Ama er ya da geç işler tersine dönecekti. Yüzeydeki gericiliğin altında, yeni güçler yavaş yavaş olgunlaşmakta ve yeni devrimci sınıf – emekçi sınıfı - harekete geçmeye hazırlanmaktaydı.

Karşı devrim 1848'de Avrupa'yı vuran yeni bir devrimci dalga tarafından alaşağı edildi. Bu devrim mücadeleleri demokrasi bayrağı altında verildi - 1789'da Paris barikatları üzerinde yükselen aynı bayrak. Ama her yerde devrimin öncü gücü korkak, gerici burjuvazi değil, Fransız Sans-culottes'un (Baldırı Çıplak’ların) torunlarıydı - pankartlarında yeni bir devrimci ideal, Komünizm ideali yazılı olan işçi sınıfı.

1848-9 devrimleri burjuvazinin ve liberal temsilcilerinin korkaklığı ve ihaneti ile yenilmiştir. Gericilik, Fransa'nın kahraman emekçi sınıfının Paris Komününde harikalar yarattığı 1871 yılına kadar bir kez daha hüküm sürmüş, tarihte ilk kez işçi sınıfı köhne burjuva devletini devirmiş ve yeni bir tür devlet yaratmaya başlamıştır - bir işçi devleti. Bu şanlı dönem sadece birkaç ay sürmüş ve sonunda kana boğulmuştur. Ne var ki 1917 Rus Devrimi'nin temelini atacak kalıcı bir mirası arkasında bırakmıştır.

5. BÖLÜM: SOSYALİZM VE KOMÜNİZM

Rus Devrimi

Marksistler için Bolşevik Devrimi insanlık tarihindeki en önemli olaydır. Lenin ve Troçki’nin Bolşevik Partisi’nin önderliğinde, emekçi sınıfı ezenlerini devirmeyi başarıp, toplumun sosyalist dönüşümü görevine en azından adım atılmıştır.

Ne var ki bu devrim, Marx’ın öngördüğünün aksine, gelişmiş kapitalist bir ülkede değil, korkunç bir geri kalmışlığın temelinde gerçekleşmiştir. Bolşeviklerin yüzleştiği koşullar hakkında yaklaşık bir fikir vermek gerekirse, sadece 1920 yılı içerisinde, Sovyet Rusyasında altı milyon insan açlıktan ölmüştür.

Marx ve Engels’in uzun zaman önce açıkladığı üzere, sınıfsız bir toplum düzeni olarak sosyalizm, var olmak için doğru nesnel koşullara ihtiyaç duymaktadır. Sosyalizmin başlangıç noktası, en ileri kapitalist toplumun (örnek vermek gerekirse ABD) üretim gücü gelişiminin üzerinde olmalıdır. İnsanların, çalışma gününün büyük oranda azalmasıyla sağlanacak özgür gelişimi için gerekli koşulları güvence altına alabilmek, sadece son derece gelişmiş bir sanayi, tarım, bilim ve teknolojinin temelinde mümkündür. Bunun öncelikli şartı, emekçi sınıfının toplumun demokratik kontrol ve denetiminde yer almasıdır.

Sanatın, bilimin ve idarenin bir azınlığın tekelinde olduğu toplumlarda, bu azınlığın konumunu kendi çıkarları doğrultusunda istismar edeceğini, Engels uzun zaman önce ifade etmiştir. Genel bir geri kalmışlığın hakim olduğu koşullarda Devrim’in bürokratik yozlaşmaya uğrama tehlikesini Lenin en başından öngörmüş, ve 1917 yılında yazdığı Devlet ve Devrim’de, Paris Komünü deneyimini temel alarak bir program belirlemiştir. Bu programda -komünizm ya da sosyalizm için değil- Devrimi izleyen süre zarfı, yani kapitalizm ile sosyalizm arasındaki geçiş dönemi için gerekli esas şartları tasvir etmiştir. Bu şartlar aşağıdaki gibidir:

  1. Özgür ve demokratik seçimler ve herhangi bir yetkiliyi azletme hakkı
  2. Hiçbir yetkilinin vasıflı bir emekçiden yüksek ücret almaması
  3. Silahlı halk dışında daimi ordu bulunmaması
  4. Kademeli olarak, tüm devlet işletim görevlerinin sırasıyla emekçiler tarafından gerçekleştirilmesi: eğer herkes sırasıyla “bürokrat”sa, o zaman kimse bürokrat değildir.

Bu, işçi demokrasinin tamamlanmış bir programıdır. Bürokrasi tehlikesini hedef alır şekilde yazılmış ve 1919 Bolşevik Partisi Programı’nın temelini oluşturmuştur. Başka bir ifadeyle, sosyalizm düşmanlarının karalamalarının aksine, Lenin ve Troçki zamanındaki Sovyet Rusya tarihteki en demokratik rejimdir.

Ne yazık ki, Ekim Devrimiyle kurulan bu sovyet işçi demokrasisi rejimi uzun soluklu olmamıştır. 1930’ların başına kadar yukarıda bahsedilen bütün şartlar feshedilmiş, işçi demokrasisi Stalin’in yönetiminde bürokratik bir yozlaşma sürecine uğramış, gaddar, totaliter bir rejim ve Leninist Partinin somut bir biçimde yok edilmesiyle sonuçlanmıştır. Rusya’da Stalinist karşı devrimin gerçekleşmesindeki belirleyici etmen Devrimin geri kalmış bir ülkede yalıtılmış olmasıdır. Bu siyasi karşı devrimin meydana geliş şekli Troçki tarafından İhanete Uğrayan Devrim’de izah edilmiştir.

Toplumun kapitalizmden sınıfsız topluma dosdoğru atlaması mümkün değildir. Kapitalizmin nesnel ve kültürel mirası bunun için fazla yetersizdir. Kıtlık ve eşitsizlik aceleyle üstesinden gelinemeyecek düzeyde fazladır. Sosyalist devrimden sonra, aşırı bolluk ve sınıfsız bir topluma dayanak olacak temellerin atılması için bir geçiş süreci gereklidir.

Marx, yeni toplumun bu ilk evresine “komünizmin alt evresi” adını vermiştir. Buna karşılık “komünizmin üst evresi” nesnel eşitsizliğin son artığının yok olmasına tekabül etmektedir. Bu anlamda sosyalizm ve komünizm, yeni toplumun “alt” ve “üst” evreleri olarak karşılaştırılmaktadır.

Komünizmin alt evresini tasvir etmek amacıyla Marx şöyle yazmıştır: “Bizim burda ilgilenmek durumunda olduğumuz şey, kendine özgü temeller üzerinde gelişen haliyle değil de, tersine kapitalist toplumdan çıktığı biçimiyle komünist bir toplumdur; bu toplum, her yönüyle, ekonomik, ahlaki ve zihinsel açıdan, hâlâ rahminden çıktığı eski toplumun doğum lekeleriyle damgalıdır.” (Marx ve Engels, Seçilmiş Eserler, Gotha Programının Eleştirisi, Cilt 3, s.17.)

“Kapitalist ve komünist toplum arasında”, diye devam etmektedir Marx, “birinin diğerine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Bu döneme karşılık gelen bir siyasal geçiş dönemi de vardır ve bu dönemin devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”

Bütün büyük Marksist kuramcıların belirttiği şekilde, sosyalist devrimin vazifesi, eski kapitalist devlet düzeneğini tuzla buz ederek emekçi sınıfını iktidara getirmektir. Zira bu düzenek emekçi sınıfını buyruğu altına alma amacıyla tasarlanmış baskıcı bir uzuvdan ibarettir. Marx’a göre bu kapitalist devlet, devlet bürokrasisiyle beraber, yeni iktidarın çıkarlarına hizmet edemez ve ortadan kaldırılmalıdır. Ancak emekçi sınıfı tarafından kurulan yeni devlet tarihteki tüm devletlerden farklı olacaktır. Engels’in tasviriyle bu yarı-devlet, tasarısı gereği, yok olmaya mahkumdur.

Ancak Marx’a göre – ki bu önemli bir noktadır – komünizmin bu alt evresi, ekonomik gelişimi kapsamında, başlangıcından itibaren en gelişmiş ve ileri kapitalizmden daha yüksek bir seviyede olacaktır. Peki bu neden önemlidir? Çünkü üretici güçlerin kitlesel gelişimi olmadan kıtlık ve beraberinde varoluş mücadelesi hüküm sürecektir.

Marx’ın açıkladığı şekilde, böyle bir gidişat yozlaşma tehlikesi arz etmektedir: “Üretici güçlerin bu gelişimi [komünizm için] mutlak zorunlu pratik bir ön koşuldur; çünkü bu ön koşul olmazsa yoksulluk genel bir hal alır ve bu yoksullukla beraber zorunlu ihtiyaçlar için savaşım yeniden başlar - ki bu geçmişin bütün pisliğinin dirilmesi demektir.” (Marx ve Engels, Seçilmiş Eserler, Alman İdeolojisi, Cilt 1, s. 37.)

Marx’ın bu isabetli sözleri, gelecek vadeden Rus Devriminin nasıl olup da kapitalist yeniden yapılanma ve gerilemenin önünü açacak bir bürokratik yozlaşma ve totaliter bir Stalinizm karikatürü içinde son bulduğunu açıklar niteliktedir. “geçmişin bütün pisliği” gerçekten de dirilmiştir; çünkü Rus Devrimi, nesnel ve kültürel bağlamda, korkunç geri kalmışlık koşulları içerisinde mahsur bırakılmıştır. Fakat bugün, bilim ve teknolojideki muazzam gelişmeler sayesinde, koşullar öylesine ilerlemiştir ki durum tekrar böyle olmayacaktır.

Eşi Görülmemiş İlerleme

İnsanlığın gelişimindeki her aşamanın kökeni, bir önceki gelişmeye dayanır. Bu durum, hem insan evrimi hem de toplumsal gelişim için geçerlidir. İnsan alt türlerden evrilmiştir ve, insan genomunun tekrar tekrar gösterdiği üzere, en ilkel yaşam formlarıyla bile genetik bir bağımız vardır. Yaşayan en yakın akrabalarımız şempanzelerle aramızda yüzde ikiden aşağı bir genetik fark mevcuttur. Fakat bu küçücük fark nitel olarak devasa bir sıçrayış teşkil etmektedir.

İnsanlık, yabanıllık, barbarlık, kölelik, ve feodalizmden çıkmıştır, ve bu evrelerin her biri üretici güçlerin ve kültürün gelişiminde belirli bir aşamayı yansıtmaktadır. Hegel bu fikri Tinin Görüngübilimi’nde güzel bir paragrafla ifade etmiştir:

“Çiçeğin açmasıyla tomurcuk kaybolur, ve ikinci olayın birinci olay tarafından çürütülmüş olduğu söylenebilir; aynı şekilde meyvenin ortaya çıkmasıyla, çiçeğin bitkinin varoluşunun yanlış bir biçimi olduğu açıklanabilir, zira meyve kendi doğası gereği çiçeğin yerini almış görünür. Bu evreler ayrışmış olmakla kalmayıp, birbiriyle bağdaşmaz aşamalar olarak birbirlerinin yerlerini alır. Ama kendi içkin doğalarının kesintisiz faaliyeti onları aynı zamanda organik bir birliğin, yalnızca birbirleriyle çelişmemekle kalmayıp, her birinin diğeri kadar zorunlu olduğu döngüler haline getirir; ve böylelikle bütünün yaşamını oluşturur.”

Toplumun gelişiminin her evresi ihtiyaç dolayısıyla önceki evrelerden doğar. Tarih, yalnızca bu evreler bir bütün olarak ele alındığında anlanabilir. Lakin her evre, üretici güçlerin gelişimi temelinde, kendi varoluş nedenine sahiptir, ve her biri, gelişimin sonraki aşamalarıyla çelişki içine düşer. Bu noktada eski biçimlerin terk edilip yeni biçimlerin ortaya çıkarılması için gereken, devrimdir.

Geçmişte gördüğümüz üzere, kapitalizmin bugünkü savunucuları her ne kadar bunu hatırlamaktan hoşlanmasa da, burjuvazinin zaferi devrimci yöntemlerle elde edilmiştir. Ve Marx’ın açıkladığı şekilde, burjuvazi, tarihin akışında, devrimci bir görev üstlenmiştir:

“Burjuvazi, üretim araçlarını, yani üretim ilişkilerini, ve dolayısıyla bütün toplumsal ilişkileri sürekli devrimcileştirmeden var olamaz. Oysa bundan önceki bütün endüstriyel sınıfların birinci varoluş şartı, eski üretim tarzını değiştirmeden muhafaza etmekti. Üretimin sürekli alt üst oluşu, bütün toplumsal durumların mütemadiyen sarsılması, ebedî güvensizlik ve hareket, burjuva çağını bütün öncekilerden farklı kılar” Komünist Manifesto

Kapitalizm altında üretici güçler, insanlık tarihinde eşi görülmemiş, olağanüstü bir ilerleme katetmiştir. Kapitalizmin şimdiye kadar var olmuş en sömürücü ve baskıcı sistem olmasına ve, Marx’ın sözleriyle, sermayenin “dünyaya tepeden tırnağa her gözeneğinden kan damlayarak” gelmiş olmasına rağmen, bu sistem üretici güçlerin gelişimi, ve dolayısıyla, insanın doğa üzerindeki gücü bağlamında devasa bir sıçrayışa tekabül etmiştir.

Son ikiyüz yıldır bilim ve teknoloji, bundan önceki tüm insanlık tarihine kıyasla, çok daha hızlı bir oranda gelişmiştir. Tarihin çoğunluğu boyunca düz bir çizgiden ibaret olan insanlık gelişim eğrisi keskin bir tırmanışa geçmiştir. Teknolojinin bu baş döndürücü ilerlemesi insanlığın son bir defa özgürleştirilmesi, fakirlik, cehalet, ve hastalığın ortadan kaldırılması, ve ekonominin bilinçli planlanmasıyla insanın doğa üzerindeki egemenliği için gereken ön koşuldur. Sadece Dünya’nın değil uzayın da fethi için yol açıktır.

Kapitalizm Düşüşte

Her devrin yanılsaması bu devrin sonsuza kadar süreceği düşüncesidir. Her sosyal düzen, insanlığın varlığı adına mümkün olan tek sistemin bu olduğu ve bu sistemin kurumları, dini, ve ahlak yapısının son söz hakkını elinde tuttuğu kanaatini beraberinde getirir. Bu düşünceye yamyamlardan Mısırlı rahiplere, Marie Antoinette’ten Çar Nikolas’a kadar hepsi hararetle inanmıştır. Bugün, bizi sözde “serbest teşebbüs” sisteminin – hele de bu sistem bunayıp çürümeye yüz tutmuşken – mümkün olan tek sistem olduğuna ikna etmeye çalışan burjuvazinin ve savunuclarının ortaya attıkları düşünce yapısı da aynen budur.

Bugünün kapitalist düzeni, büyülerle çağırdığı zebanilere artık söz geçiremeyen Büyücünün Çırağı’nı andırmaktadır. Kapitalist toplumun esas çelişkisi üretimin toplumsal doğasıyla üretilenin şahsi olarak sahiplenilmesi arasındaki uzlaşmazlıktır. Bu ana çelişkiden ortaya diğer pek çok çelişki çıkar, ve bunlar kendilerini dönemsel krizlerle belli eder. Marx bu konuda der ki:

“Bu krizler, yalnızca imal edilmiş ürünlerin büyük bir kısmını değil, o zamana dek meydana getirilmiş üretici güçleri de düzenli bir biçimde yok etmektedir. Krizlerde, bundan önceki bütün çağlarda bir saçmalık olarak görülebilecek bir toplumsal salgın sökün etmektedir: ‘’aşırı üretim’’ salgını. Toplum birden kendini geçici bir barbarlığa geri dönmüş durumda bulur ; bir kıtlık, evrensel bir yıkım savaşı, bütün geçim kaynaklarının kökünü kurutmuş, sanayi ve ticaret yok edilmiştir – peki niçin? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim kaynağı, çok fazla ticaret vardır. Toplumun emrindeki üretici güçler artık burjuva mülkiyet ilişkilerinin gelişimine hizmet etmez; aksine, bu ilişkilere sığmayacak bir azamete ulaşmış durumda, o ilişkiler tarafından gemlenir; gemlerinden kurtulmaya kalktıkları anda da tüm burjuva toplumunu altüst eder ve burjuva mülkiyetinin varlığını tehdit ederler. Burjuva toplumunun koşulları, ürettiği zenginliği kapsayamacak kadar dar gelmektedir. Peki burjuvazi bu krizleri nasıl aşar? Bir yandan, yığınla üretici gücü zorla yok ederek; diğer yandan, yeni pazarlar fethedip eski pazarları tümden sömürerek. Bir başka deyişle, daha yaygın ve daha yıkıcı krizler hazırlayıp, krizlerin önünü alacak imkânları azaltarak.” (Komünist Manifesto)

Bu açıklama, bugünkü durumun bire bir tasviridir. Bu öylesine bir paradoks ki, insanlık üretim kapasitesini ne kadar geliştirirse, bilim ve teknoloji ne denli görkemle ilerlerse, dünya nüfusunun çoğunluğuna mal olan ıstırap, açlık, baskı ve sefalet de o kadar büyük olacaktır. Kapitalizmin dünya çapındaki hastalığı, 2008 bunalımında kendini belli etmiştir. Bu bunalım, kapitalizmin varoluşundan beri, 200 yıldır görülen en büyük krizin başlangıcı niteliğindedir ve çözüme dair herhangi bir ilerleme söz konusu değildir. Bu, kapitalizm çıkmazının net bir ibaresi, ve üretici güçlerin kendilerine giydirilen özel mülk ve ulus devlet deli gömleğine karşı başkaldırısıdır.

Ya Sosyalizm Ya Barbarlık

Binlerce yıldır, halkın büyük çoğunluğu bilgi, bilim, sanat ve devlet yönetiminden dıșlanırken, kültür ayrıcalıklı bir azınlığın tekelinde idi. Bu durum bugün de böyle. Tüm iddialara rağmen, biz gerçekten medeni değiliz. İçinde yașadığımız dünya böyle anılmayı kesinlikle haketmiyor. Bu; içinde, barbar geçmișlerini henüz așmamıș barbar insanların yașadığı barbar bir dünya. Yaşam, sadece azgelişmiş ülkelerde değil, gelişmiş kapitalist ülkelerde de gezegendeki insanların büyük çoğunluğu için zorlu ve acımasız bir hayatta kalma savașı olmaya devam ediyor.

Rosa Luxemburg, insanlığın önünde iki alternatif olduğuna ișaret etmiști: Ya sosyalizm ya barbarlık. Bu yüzden bu soru önemle vurgulanmalı: Önümüzdeki dönemde ya ișçi sınıfı toplumun önderliğini ele alacak, eskimiș kapitalist sistemi, üretici güçlerin uyumlu ve rasyonel planlamasına ve insanların kendi hayatları ve kaderleri üzerindeki bilinçli kontrolüne dayanan yeni bir toplumsal düzen ile değiștirecek ya da sosyal, ekonomik ve kültürel çöküşün korkunç manzarasıyla karșı karșıya kalacağız.

Kapitalizmin krizi sadece dünyadaki milyonlarca insanın işini ve yaşam standartlarını tehdit eden ekonomik bir krizi ifade etmiyor. Aynı zamanda, bundan söz edilebildiği ölçüde, uygar bir varolușun gerçek temellerini de tehdit ediyor. İnsanlığı her alanda geriletmekle tehdit ediyor. Eğer gerçekten devrimci tek sınıf olan proletarya, bankaların ve tekellerin egemenliğini yıkmayı başaramazsa, kültürün çöküşü ve hatta barbarlığa dönüş için zemin hazırlanmıș olacak.

Bilinç

Diyalektik bize er ya da geç her șeyin zıttına dönüştüğünü öğretir. Jeoloji ve toplum arasında paralellikler çizmek mümkündür. Tıpkı çok yavaş hareket edișlerini șiddetli bir depremle gecikmeyi dengeleyen tektonik plakalar gibi, bilincin olayların gerisinde kalıșı da kitlelerin psikolojisindeki ani bir değișimle dengelenir. Diyalektiğin en çarpıcı tezahürü kapitalizmin krizinin kendisidir. Diyalektik, hiçbir şey anlamayan, hiçbir șeyi öngörmemiș ve hiçbir sorunu çözecek durumda olmayan burjuvaziden intikam alıyor.

Sovyetler Birliği'nin çöküșüyle, ișçi sınıfı içinde karamsar ve kaygılı bir ruh hali yayıldı. Kapitalizmin savunucuları, sosyalizm ve Marksizm'in görüşlerine karşı şiddetli bir ideolojik karşı saldırı başlattı. Bize serbest piyasa ekonomisinin harikaları sayesinde barış, refah ve demokrasinin geleceğini vaat ettiler. O zamandan beri yirmi yıl geçti ve on yıl, bütün tarihsel gelișme göz önüne alındığında özellikle uzun bir zaman değil. Bu teselli edici yanılsamalar o günden bu yana yerle bir oldu.

Her yerde savaşlar, işsizlik, yoksulluk ve açlık var. Ve her yerde yeni bir isyan ruhu ortaya çıkıyor ve insanlar dünyada neler olduğunu açıklayabilecek fikirler arıyor. Eski, istikrarlı, huzurlu ve müreffeh kapitalizm, yanına barıșçıl ve uyumlu sınıfsal ilișkileri de alarak öldü. Gelecek, kemer sıkma politikaları, ișsizlik ve düșen hayat standartları demek. Bu, dünya çapında sınıf mücadelesinin yeniden canlanması için gereken her șey var demek.

Yeni bir toplumun embriyosu eskinin rahminde bir süredir olgunlaşıyor. Bir işçi demokrasisinin unsurları, işçi örgütleri, fabrika komiteleri, sendikalar, kooperatifler vb. șeklinde zaten mevcut. Önümüzdeki süreçte, dünyaya gelecek olan yeni bir toplumun unsurları ile bunun olmasını önlemek için aynı sertlikte bir direniș gösterecek olan eski düzen arasında bir ölüm kalım mücadelesi olacak.

Kitlelerin bilincinin olayların çok gerisinde kaldığı doğrudur. Fakat bu da zıttına dönüșecek. Büyük olaylar bireyleri eski inançlarını ve varsayımlarını sorgulamaya zorlar. Eski duyumsamaz, kayıtsız ilgisizlikten sıyrılır ve gerçekle yüzleşmek zorunda kalırlar. Bunu zaten kabaca Yunanistan'da görebiliyoruz. Bu dönemlerde bilinç çok hızlı değişebilir. Ve bu tam da bir devrimi devrim yapan șeydir.

Modern kapitalizmin ve onun mezar kazıcısı olan işçi sınıfının yükseliși, materyalist tarih anlayıșının merkezinde ne olduğunu net bir șekilde göz önüne sermiştir. Bizim görevimiz sadece, sınıflar arasındaki tarihsel savașı anlamak değil, bu savașı proleteryanın zaferi ve toplumun sosyalist dönüșümü yoluyla bir sonuca ulaștırmaktır. Kapitalizm, tarihi "sona erdirmek" konusunda bașarısız kalmıştır. Marksistlerin görevi, eski, yıpranmış sistemin devrilmesini hızlandırmak için aktif olarak çalışmak ve yeni ve daha iyi bir dünyanın doğmasına yardımcı olmaktır.

Zorunluluktan Özgürlüğe

Tarihsel materyalizmin bize sunduğu tarihe bilimsel yaklașım biçimi, her tarafta karşımıza çıkan çöküş belirtilerinden karamsar sonuçlar çıkarmaya götürmez. Aksine, insanlık tarihinin genel eğilimi, üretim ve kültür alanında potansiyelimizin hep daha fazla gelişmesi yönünde olmuştur.

Büyük antik deha Aristoteles, insan kültürünün gelișimi ile üretici güçler arasındaki ilișkinin farkındaydı. "Metafizik" adlı kitabında “insanın yaşamsal ihtiyaçları karşılandıktan sonra felsefe yapmaya bașladığını” açıklamış ve astronomi ile matematiğin keșfedilmesinin nedeninin, Mısır'da rahip kastının çalışmak zorunda olmamasında yattığını yazmıştır. Bu tamamen materyalist bir tarih anlayıșıdır.

Son yüzyılın büyük başarıları ilk kez insanlığın karşılaştığı tüm sorunların kolayca çözülebileceği bir durum yaratmıştır. Sınıfsız bir toplumun mümkün olduğu zaten dünya çapında gözlemlenebilmektedir. Gerekli olan bu muazzam, neredeyse sonsuz olan potansiyelin gerçekleştirilebilmesi için üretici güçlerin rasyonel ve uyumlu bir planlamasını sağlamaktır.

Üretici güçler kapitalizmin deli gömleğinden kurtulduktan sonra, çok sayıda dahiyi dünya sahnesinde görmek mümkün olacak: sanatçılar, yazarlar, besteciler, filozoflar, bilim adamları ve mimarlar. Sanat, bilim ve kültür hiç olmadığı kadar çiçek açacak. Bu zengin, güzel ve harika çeşitlilikteki dünya, sonunda insanların yaşaması için uygun bir yer haline gelecek.

Sosyalist toplum bir anlamda, ilkel kabile komünizmine dönüştür. Fakat bu dönüş üretkenliğin çok daha yüksek bir seviyesinde olacaktır. Sınıfsız bir toplumu tasavvur etmeden önce sınıflı toplumunun, özellikle eşitsizlik ve kıtlığın tüm ayırt edici özelliklerinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Eşitsizlik, kıtlık ve varoluş mücadelesi hüküm sürerken sınıfların kaldırılmasından bahsetmek saçmadır ve kendi içinde çelişkilidir. Sosyalizm sadece insan toplumunun belirli bir gelișim düzeyinde, üretici güçler gerekli gelișim seviyesine ulaștıktan sonra ortaya çıkabilir.

Üretimde gerçek bir devrim temelinde, bireylerin artık günlük ihtiyaçları için endişelenmek zorunda kalmayacakları bir bolluk seviyesine ulaşmak mümkün olacak. Bugün bireylerin hayatını șekillendiren küçültücü kaygılar ve korkular ortadan kalkacak, ilk kez kaderlerini kendi ellerine alan özgür insanlar, ilk kez gerçekten insanca yașayacaklar. Sadece o noktada insanlık tarihi gerçekten bașlayacak.

Bilim ve teknolojinin muazzam üretken gücünün, azınlığın kârı değil insanların ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılacağı uyumlu, planlı bir ekonomiye dayanarak, kültür yeni ve hayal edilmemiş düzeylere ulaşacak. Romalılar köleleri “konuşan alet” olarak tanımlamıştı. Günümüzde iş yapmak için insanları köleleştirmemize gerek yok. Sadece satranç oynamayı ya da üretim hatlarında temel görevleri yerine getirmeyi değil, ulașım araçlarını insanlardan daha güvenli kullanmayı ve hatta oldukça karmaşık görevleri uygulamayı bilen robotlar üretme teknolojisine şu anda bile sahibiz.

Bu teknoloji kapitalizmde milyonlarca ișçiyi ișsizlikle tehdit ediyor. Sadece tır șoförleri ya da vasıfsız ișçiler değil, aynı zamanda muhasebeciler ya da bilgisayar programcıları gibi iyi eğitimli insanlar da geçim kaynaklarını kaybetme tehdidi altında. İșini elinde tutabilenler eskisinden daha uzun süre çalışmak zorunda kalacakken, milyonlarca insan bir kenara fırlatılmış olacak.

Sosyalist bir planlı ekonomide, aynı teknoloji iș gününü azaltmak için kullanılacaktır. Üretim artıp, toplumun zenginliğini kapitalizm altında düșünülebilecek olandan çok daha fazla genișletebilir, önce haftada otuz saat, sonrasında haftada yirmi saat, haftada on saat ve hatta çok daha az çalışma süreleri uygulamaya konabilirdi.

Bu, insanların yașamında kökten bir değișiklik olurdu. İnsanlar ilk kez iş eziyetinden kurtulurdu. Kendilerini fiziksel, zihinsel (ve hatta ruhsal olarak diyerek tamamlanabilir) geliștirmekte özgür olurlardı. İnsanlar gözlerini göklere dikip, yıldızları seyretmekte özgür olurlardı.

Troçki bir keresinde șöyle yazmıștır: "Kaç tane Aristoteles domuz bakıyor? Ve kaç domuz çobanı bir tahtta oturuyor?" Sınıflı toplum insanları sadece maddi olarak değil, aynı zamanda psikolojik olarak da yoksullaștırır. Milyonlarca insanın hayatı en dar sınırlar içinde hapsolmuş ve zihinsel ufuklarının önü kesilmiştir. Sosyalizm, kapitalizm tarafından pranga vurulmuș olan bu muazzam potansiyeli serbest bırakacaktır.

İnsanların farklı karakterleri ve yetenekleri olduğu doğrudur. Herkes Aristoteles, Beethoven veya Einstein olamaz. Ancak herkes şu veya bu alanda harika şeyler yapma, büyük bir bilim insanı, sanatçı, müzisyen, dansçı ya da futbolcu olma potansiyeline sahiptir. Komünizm, bu potansiyelleri sonuna kadar geliştirmek için gerekli tüm koşulları sağlayacaktır.

Bu, tüm zamanların en büyük devrimi olacak. İnsan medeniyetini yeni ve niteliksel olarak daha üstün bir seviyeye taşıyacak. Engels'in sözleriyle devrim, insanlığın zorunluluk alanından gerçek özgürlük alanına sıçraması olacak.