Istanbul'da Taksim Meydanı'nın hemen yanında olan Gezi Parkı’nın imha edilme kararına karşı başlatılan kücük çaplı protesto, ülke çapında büyüyerek Başbakan Erdogan’ın istifasını talep eden bir hareket haline geldi.
28 Mayıs’ta Gezi Parkı'nda inşa edilecek alış veriş merkezi için yürütülecek çalışmalar, bir kaç düzine insan tarafından fiziksel olarak engellendi. Vatandaşların gerçekleştirdiği eylem, polis ve paramiliter çeteler tarafından acımasızca bastırıldı. Hiçbir kaçış yolu bırakılmadan etrafları çevrilen vatandaşlar, göz yaşartıcı gaz bombalarıyla oluşan bir barajla karşı karşıya kaldılar. Parka kurdukları küçük kamplar polis tarafından yıkıldı ve çadırları yakıldı.
Gaddarlığı ile bilinen Türk polisi, 1 Mayıs göstericilerinin Taksim Meydanı’na girmesini yine şiddet kullanarak engellemeye çalışmasıyla vahşet olmuştu. Ancak bu sefer ki çok farklı birşeydi.Protestocular polis tarafından her gece aynı muameleye maruz kalmalarına rağmen, yine geri gelip direnmeye devam ediyorlardı. Direnişçiler, ne koyu radikallerden ne de sendika eylemcilerinden değillerdi; onlar yalnızca sıradan vatandaşlardı. Polisin eylemcilere karşı acımasız tutumu, ülke genelinde büyük yankı uyandırdı. Tepkiler çok hızlı bir şekilde yayılarak hükümete karşı bir kitle hareketi haline geldi.
Başbakan Erdoğan'ın olaylara ilk tepkisi kibirli bir şekilde, alay eder gibi: "Eğer siz 20 kişi toplarsanız biz 100.000 toplarız, 100.000 toplarsanız biz 1 milyon toplarız" diye ülkesinin insanlarına meydan okumak oldu. Aynı zamanda proje hakkında sabit fikirli olduğunu ve düşüncelerinin değişmeyeceğini de vurguladı.
Başbakanın tutumuna karşı halkın yanıtı 31 Mayıs Cuma günü yapılan büyük gösteri oldu. Yüzbinlerce insan İstanbul sokaklara döküldü. İstiklal Caddesi'nde polis ve onbinlerce eylemci arasında ki çatışma gece boyunca sürdü. Polis insanların Taksim Meydanı’na girmelerini engellemek için büyük miktarlarda göz yaşartıcı gaz ve tazyikli su kullandı. Şehrin farklı yerlerinde barikatlar dikildi ve çatışmalar 1 Haziran sabahının erken saatlerine kadar devam etti. Bu artık birkaç çevrecinin küçük protestosunu aşıp, nüfusun çeşitli sektörlerini kapsayan bir kitle hareketi haline geldi. İnsanlar sokaklarda "Biz eylemci değiliz, insanız” diye bağırıyorlardı. Evlerinde olanlar ise sokaktakilere destek olarak tencere, tavalarla, ıslık sesleriyle şehri inlettiler. Ayrıca şehrin bazı kısımlarında belirli aralıklarla ışıkları açıp kapama eylemi gerçekleştirildi. Böylece insanlar direnişi desteklediklerini güsterdiler. Polisin uyguladıgı acımasız baskıya karşı insanlar tepkilerini gösteriyorlardı. BBC News’den bir görgü tanığının söylediği üzere “Saat bir buçuk civarlarlarında, bütün şehir ayaktaydı. İnsanlar tencere ve tavaları birbirlerine vuruyor, ıslık çalıyolardı.”
Başka bir görgü tanığı kalabalığı bu şekilde açıkladı: " Komünist Parti’nin üyelerini kırmızı bayraklarıyla görebiliyordunuz, aynık zamanda 'Anti-kapitalist Müslümanlarıda', devrimci sosyalist cepheler, sendikacılar, Kürt partileri, hatta CHP yi (sosyal demokratlar) bile; yaşlı, kadın erkek, genç demeden işşizler, memurlar öğretmenler, mimarlar, alt sınıf, orta sınıf ve hatta üst sınıftakiler."
Rakip futbol takımların taraftarları anlaşıp polis şiddetine karşı güçlerini birleştirdirler. Güçlerini birleştiren takımların ilk destekçileri üç büyüklerdendi: Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray; daha sonra da Beşiktaş’in yeminli düşmanı Bursaspor katıldı, ve ardından Fenerbahçe ile kavgalı Trabzonspor taraftarlarıda direnişe katıldı. Bir Beşiktaş tarafları, tweet atarak: "Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarları omuz omuza yürürken ‘Beşiktaş sen bizim herşeyimizsin’ diye tezauratlarını duymak herşeye değerdi, gururum okşandı. Minnettarım.” Tunus ve Mısır devrimlerinde yaşananlar gibi, futbol taraftarları gruplar polise karşı mücadele de sokak kavgası deneyimleriyle büyük katkıda bulunurlar ve değer verilmesi gereken gruplardır.
Kürt ve Alevi toplumunun katılımı da bu hareket için çok önemlidir ve kesinlikle hafife alınmamalıdır. Gezi Park’ında polisin ilk baskılarına karşı direnenler arasında bulunan Kürtlerin Partisi olan BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, daha sonra direnişe Cumhuriyetçi Parti CHP üyelerinin katılımıyla destek almıştır. Olay yerinde Türk ve Kürt bayrakları beraber olmaksızın, Atatürk 'ün resminin yanında dalgalanan sosyalist ve kominist grupların kırmızı bayrakları da bu hareketin ne kadar geniş kapsamlı olduğunu ortaya koymuştur.
Reuters'ın tarafından açıklanan bir habere göre Cumartesi günü Taksim meydanı şu sahneye sahit oldu: "Polis Taksim Meydanı'ndan çekildikten sonra, Kürt yanlısı BDP partisi destekçileri türk bayrağı sallayan milliyetci gruptan sadece bir kaç metre ileride halay çekip kutlama yaptılar. Orada bulunan herkes hep bir ağızdan 'Faşizme karşı omuz omuza' sloganları attılar. Birbirlerine eceli rakip olan İstanbul’un büyük futbol kulüpleri Fenerbahce, Beşiktaş ve Galatasaray’ın taraftarlarıda sloganlara beraber katıldılar.
Bugün Turkiye’de bu gerçekten çok önemli ve büyük bir olay. Gerçek şu ki, uzun suredir tartışılan Kürt nüfusunun çoğunluğu kentsel alanlarda yaşıyor, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde calışıyorlar. Onların ülkede ki geleceği bugün İstanbul’da yaşanan olaylar tarafından belirlenebilir. Kürtlerin ulusal ve demokratik talepleri ancak Türk sınıfından kardeşleri ile, kapitalizme karşı birlik içinde verecekleri mücadelenin bir parçası olarak çözülebilir.
Sadece bir kaç ay öncesine kadar ulusal şovenizmin etkisi altında kalmış, Türk işçi sınıfı ve Türk sol kuruluşların önemli bir bölümü dahil olmak üzere, birçok insan bunun imkansız birşey olduğunu savunuyorlardı. Bu gerçeği hala göz ardı edemeyiz; fakat son bir kaç gündür barikatlar da birlik ve beraberlik içinde polise karşı verilen savaş, Türk ve Kürt halkları birleştiren, Hükümete karşı ortak yürüttükleri mücadele böyle bir çözümün mümkün olabileceğini kanıtladı.
Bu zamana kadar zaten Başkent Ankara, İzmir ve İzmit gibi şehirlerde olan gösteriler, diğer şehirlere de yayıldı. Protestocuların amaçları Gezi Parkı sorununu aşarak, hükümete karşı Erdoğan'ın istifasını talep eden genel bir savunma haline geldi.
1 Haziran Cumartesi günü, şehrin Asya kesiminde olan Kadiköy’de toplanan onbinlerce vatandaş, polis vahşetine karşı mücadele ve Taksim Meydanı’nı geri alabilmek için Taksim’e doğru yola koyuldu.
Eylemciler Kadiköy’den Taksim’e yılmadan tam olarak 20 kilometre yürüdüler. Ülkenin cumhurbaşkanı polisin geri çekilmesi ve Gezi Parkı'nda inşa projesinin durdurulması için mahkemeye cağrı yaptı (aslında belediye başkanının sadece bir yeraltı otoparkı için planlama izni vardı!). Çevik kuvvete geri çekilmesi için emir saat 4’te verildi. Eğer o an polis geri çekilmeseydi, polisin acımasızlığından gözü dönmüş ve kendi gücünün farkına varan halk muhtemelen polisin üzerine yürüyecekti. Bu video yürüyüşün büyüklüğü ve katılanların ruh halinin bir göstergesidir.
Polisler geri çekilince halk Taksim Meydanı’nda kutlama havasında girdi. Polisin tüm vahşetine rağmen toplum yenilmez olduğunu gostermiş, kısmi de olsa bir zafer elde edilmişti. Bu halkın daha da cesaretlenmesini sağladı. Bu artık ulusal bir hareketti. İçişleri Bakanlığından gelen resmi rakamlara göre, 31 Mayıs ve 1 Haziran tarihlerinde ülke çapında 48 ilde 90'ın üzerinde gösteri oldu ve 1000'den fazla kişi tutuklandı. 2 Haziran’da da 97 ilde 200'den fazla gösterileri yapıldığını gösterdi.
Çatışmalar daha sonra Beşiktaş ‘a, başbakanın ofisi olduğu bölgeye taşındı. Halk orayı ele geçirmek için polisle iki gün boyunca catıştı; 2 Haziran gecesi, protestocular komuta ettikleri büyük bir kazıcıyı barikatlari temizlemek için getirdiler, başbakanın ofisinin 200 metre yakınına gelen eylemciler kazıcıyı çevik kuvveti sarj etmek için kullandılar. İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer bir çok şehirde, isyancıların polise karşı direnip savaşmasıyla bir çok kez onları geri püskürtmeyi başardılar.
Hareketin Geçmişi
Peki bu hareket nasıl başladı? Erdoğan’ın dediği gibi görünüşte küçük ‘birkaç ağaç’ sorunu böyle büyük bir harekete nasıl yol açtı? Nasıl oldu da son on yılda yüksek oranda ekonomik büyümelere imza atan AKP’ye böyle bir tepki gösterildi?
Türkiye’nin şuan ki durumunu, ekonomik ve sosyal sorunlar ile tetiklenen ‘Arap Baharı’ gibi değerlendirmek çok yanlış. Tunus ve Mısır’ın aksine Türkiye'de demokratik bir sistem var, ve duruma yüzeysel olarak değil de derinide bakarsanız, önceden birikmiş yanıcı maddelerin neden şimdi ateşe verildiğini görebilirsiniz.
Her şeyden önce bu, Gezi Parkı'nda inşa edilmesi istenen alışveriş merkezi için yok edilecek "birkac ağaç” hesabı degil. Taksim Meydanı Türkiye sol ve sendikal hareketi açısından tarihi bir önem taşımaktadır. Burası 1 Mayıs 1976 tarihinde yarım milyon kişinin büyük işçi bayramı gösterisi sırasında, paramiliter çeteler ve güvenlik güçlerinin (muhtemelen devlet ile bağlantılı CIA destekli) saldırısına uğrayıp, 42 kişinin ölümüne ve yüzlerce insanın yaralanmasına şahit olan bir yer. Taksim Meydanı Türkiye'de sol ve sendikal hareketi sembolize eder ve bu yüzden muazzam bir öneme sahiptir. Üstelik belediyenin asıl niyeti Osmanlı İmparatorluğu Taksim Askeri kışlalarını yeniden inşa etmektir. Yapılan bu çalışmalar, Türkiye'nin Osmanlı İmparatorluğu iken, sahip olduğu eski ihtişamın geri getirilmesinin AKP'nin gündeminin bir parçası olduğu gösteriyor. Geçen hafta İstanbul Boğazı üzerinde planlanan üçüncü köprünun Sultan Selim’den sonra adlandırılacağı açıklandı. Bu karar özellikle Alevi toplumu tarafından büyük tepki aldı. Selim 16. Yüzyılda Alevileri katleden hükümdardır. Devletin tüm bu Osmanlı mirasına sahip çıkma ve geri getirme çabaları, yalnız Aleviler için değil, aynı zamanda modern Türk Cumhuriyeti’ne ve Atatürk’ün ulusal hareketinin laik geleneğine bağlı birçok Türk içinde büyük bir saldırı sayılır.
Bu yalnızca din ve laiklik sorunu değil; Taksim’de planlanan alışveriş merkezi, ekonomik büyümeye dayalı olan AKP hükümeti dönemini, ve spekülatif bir kentsel kalkınma modelini temsil edecek. Şehrin tüm alanlarında soylulaştırma çabaları, kalitesizce inşa edilen gecekondular ve milyonerlerin evlerini kıyaslarsak ,emekçilerin neden başka bir alışveriş merkezi daha istemediğini ve mücadeleye bu derece yoğunlaşılmasını anlamak o kadar da zor değil. Spekülatif bir inşaat patlaması ekonomik büyümenin önemli bir unsuru idi fakat artık bitiyor.
Demokratik sorunları da göz ardı etmemek gerekir. On yıldır AKP demir bir el ile hüküm sürdü, bağımsız ve eleştirel gazetecilerin tutuklanması, medyaya sansür (Erdoğan yaptığı hareketlerin haber olmasını her zaman engelledi), binlerce siyasinin tutsak tutulması, ve sendikal harekete karşı baskı ve tutuklamalar kullanıyor olması. Sayılan bu faktörlerin hepsi, devletin laik karakterine karşı bir saldırı niteliğini taşıyor. Alkol perakende satışlarını durduracak bir yasa çıkarması da son ölçüyü koydu.
Bunların çoğu pasif hareketler olarak kabul edildi, ya da ekonominin gittikçe büyüyor olması şimdiye kadar bir kitle hareketinin oluşmasını engelledi. AKP’ye verilen büyük seçim desteğinin temelinde yatan neden zaten ekonomik büyümeydi; 2002 yılında 34% iken, 2007 yılında 46% ya çıktı ve 2011 yılında neredeyse 50% ye kadar ulaşmıştı.
Yüzeysel olarak bakıldığında, AKP’nin çok hızlı bir şekilde gelişerek etkileyici büyüme oranlarına imza attığı görülüyor. Türkiye ekonomisi 2002 -2011 yılları arası, yıllık ortalama 7.5 oranında yükseldi. Kişi başına düşen ortalama gelir 2001’de $2.800 iken 2011 yılında yaklaşık $10.000 olarak yükseldi.Ülkenin ekonomisi 2008/09 kapitalizmin küresel krizi tarafından sarsıldı, fakat 2010 ve 2011 yılında oldukça hızlı bir şekilde 9% ve 8,5% gibi oldukça güçlü oranlarla yeniden toparlandı.
Ancak bu büyümenin sebebi doğrudan yabancı yatırımlara dayanıyordu, kamu varlıklarının toptan özelleştirme programı ile destek alıyordu. Bu durum ülke için oldukça büyük bir dış borç biriktirmiş oldu. 2008 ve 2012 yılları arasında, GDP $44 milyara ulaştı, bu sırada dış borç $55 milyara kadar büyüdü.Bu durumun sürdürülmesi artık mümkün değildi.
Türkiye, Avrupa Birliği ile ticaret anlaşmaları yararlanırken, Avrupa'da kriz son yıllarda Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da daha agresif, siyasi, ticari ve diplomatik bir saldırı sürdürmeye zorlamıştır. Tıpkı bir emperyalist güç gibi, Türkiye Kuzey Irak'ta ki Kürt Yönetimi ile güçlü bağlar kurma çabaları; Esad rejimine karşı özgür Suriye Ordusu isyancılarına aktif olarak destek çıkması dahil olmak üzere, Tunus ve Mısır’da kurulan yeni Müslüman hükümetleriyle tüm bölgelerde güvenli pazarlar ve nüfuz alanları kurmaya çalıştı.
Gösterilen tüm bu faktörlerle ‘Osmanlı kaplanını’ yaratmayı başardı, fakat yaratığı kaplan şimdi kendisine karşı döndü.Üç hafta önce Suriye sınırı Reyhanlı’da bombalı saldırı’da 46 kişinin hayatını kaybetti. Bir çok insan bu olayın sorumlusu olarak Suriye İç Savaş hükümetini gösterdi, amaçlarının Türkiye'de masum insanları öldürmek olduğuna inanıyorlardı. Daha önce İsrail ile açık bir çelişkiye giren Erdoğan, Suriye ile olası bir çakışmada aynı tarafta olacaklarının farkına varınca, Yahudi devleti ile yakınlaşma arayışına girdi.
Ekonomik açıdan bakılınca, "mucize" bitti denebilir. Bazıları Türk ekonomisini ‘piyasaların düzensiz ve usulsüz kaprislerine tabi kalıp yavaş yavaş sönen bir balon’ olarak tarif ediyor. GDP büyümesi önemli bir ölçüde yavaşladı ve neredeyse durma noktasında. 2012 için büyüme oranı sadece 2.2% idi, iç özel tüketim son çeyrekte 0.8% idi.
Ekonomik büyümenin başlık rakamları, zengin ve fakir arasında kalıcı ve derin bir sınıflandırmanın olduğu gerçeğini saklar. 2011 yılında, GDP 8,5% oranla büyüdü, nüfusun en zengin yüzde 20’si milli gelirin neredeyse yarısa sahipken, en yoksul yüzde 20’si sadece 6%’ya sahiptir. Son on yılda ekonomik büyümeye rağmen, Türkiye eşitsizlik indeksinde üçüncü ülke olarak bilinir.
Zengin elit toplum ve nüfusun çoğunluğu arasında göze batan çelişkiler, gelirin 2/3’sini kapsayan dolaylı bir vergi sistemi ile örneklendirilmiştir. Bu sistemin altında en çok ezilenler emekçiler ve yoksul vatandaşlardır. Bu dolaylı vergi sistemi bile zenginlerin lehine eğilmiştir; mesela genel satış vergisi 18% iken, havyar için vergi oranı 8% ve bazı değerli taşlar için ise 0%’dır.
Bu dönem boyunca işsizlik oranı 9% olarak kaldı ve resmi rakamlar durumun halk trafından hafife alınmasını sağladı, ve insanların iş başvurularını etkiledi. Genç üniversite mezunları arasında işsizlik oranı 30% civarlarında. Yoksulluk sınırının altında yaşayan insanlar için resmi rakam16%'dır. Ekonomik patlama trafından oluşan kin sürdürdüğü eşitsizliği yaşam standartlarının geliştirilmesiyle muhafaza ederek, karşılanması mümkün olmayan yüksek beklentilere sebep oldu. Tüm çelişkilerin ön plana çıkmasıyla, ekonomik büyümenin keskin bir şekilde yavaşladığını görüyoruz .
Erdoğan’a karşı birden patlak veren, hayret edilen bu büyük hareket demokratik sorunların ve sosyal gerilimlerin birleşimidir.
Görünüşte küçük bir sorunun hükümete karşı ulusal bir halk hareketlenmesine dönüşmesinin hızı aslında dünyada yaşadığımız dönemin son derece çalkantılı bir dönem olduğunu yansıtıyor. Mubarek ve Ben Ali’nin 2010 yılında halk tarafından devrilmeleri; son iki yıl içinde Güney Avrupa'da kitlesel protestolara yol açan tasarruf kesintileri, Türkiye'de milyonlarca insanın bilinçlenmesinde muttemelen büyük rol oynadı. Bu hareketlenmelerin onlarla hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünsede koşullar olgunlaşıp belirgenleşmeye başlayınca, birleşik kitlesel eylem fikri ileri götürebilecek tek adım olduğunu düşünen insanlar için maddi bir güç haline gelmiştir.
Bölgesel Etkileri
Türkiye'de olacak devrimci gelişmeler Ortadoğu ve Avrupa'da büyük etkiler yaratacaktır. Türkiye'de İslami muhafazakâr kapitalist hükümete karşı olan bu halk hareketlenmesinin, diğer ülkelerde ki İslamcıların sadece itirazını zayıflatacak , ve aynı zamanda Tunus'ta EnNahda hükümeti ve Mısır'da Müslüman Kardeşler’in hükümetine karşı olası devrimci hareketi güçlendirebilir.
Kıbrıs'ta yapılan gösterilerden de yola çıkarsak, ulusal bölünmenin her iki tarafından da muhtemel devrimci gelişmelerini görebilirsiniz. Yunanistan dayanışma gösterileri yaptı, Türkiye'de olacak devrimci bir hareket, eskiden kalma Yunan - Türk ulusal şovenizminden kurtulmak için en iyi yoldur.
Washington başka bir bölgede ki müttefiklerinin devrimci gelişmelerin ihtimalinden kesinlikle çok endişeli. Emperyalist müdahalenin bakış açısından Türkiye, bütün bölgenin istikrarını tehdit eden Suriye'de iç savaşında gerçekten önemli bir oyuncu.
ABD’nin isteyeceği en son şey Erdoğan'ın devrimle yıkılmasıdır. Kısıtlamayı savunmaları ve ‘aşırı güç kullanımı’ hakkında resmi olarak şikayette bulunmalarının nedeni budur. Tabi eğer bu aşırı güç kullanımı amacına ulaşıp hareketlenmeyi durduracak olsaydı, ortada şikayet edip söylenebilecekleri birşey de olmazdı. Gerçekte söylemek istedikleri polisin aşırı güç kullanımının ters tepki uyandırmasından korktuklarıdır.
Erdoğan kibiriyle ve acımasız baskısını birleştirip halka karşı kullanıyor (helicopterlerle yerleşim alanları içine göz yaşartıcı gaz atılıyor), dini kart oynamak için girişiyor. Şimdi ise asıl isteğinin Gezi Parkı’na bir camii kurmak olduğunu söylüyor! Güçlü ve kararlı olduğu görüntüsünü vermek istese de, ona karşı muhalefet sesleri gittikçe yükseliyor kendi partisinin bazı üyeleri bile ona karşı.
Erdoğan’a hala toplumun gerici ve tutucu katmanları tarafından destek rezervleri olduğunu unutmamalıyız. Fakat bu muhtemelen etkisiz, pasif tabakalar olacaktır, büyük sayıda seferber olabilecek, kararlı bir şekilde protestocularla yüzyüze gelebilecek bir güç değildir. Bir çok şehirde AKP çetelerinin sivil kıyafetlerle polise yardım ettiği söyleniyor ancak bunlar sadece küçük çetelerdir.
Onlar halk hareketlenmesini etkisiz hale getirmek için bir ‘taviz’ oyunu oynuyorlar. Ülkenin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül görünüşe göre kendisini Erdoğan’dan uzaklaştırmış, protestocuların nedenlerini anladığını ve demokrasinin her birkaç yılda bir sadece bir oy pusulası olmadığını söyledi. Fakat henüz bunlar sadece lafta, ne protestoları durdurmak için birşey yaptı ne de bir taviz vermiş değil. Erdoğan sopa, Gül ise sembolik bir havuç sallıyor, her ikisinin de istedikleri aynı: halkın evlerine geri dönüp meydanları boşaltması.Neler olacağı önümüzde ki birkaç gün ve saat belirleyecek. Hareket henüz destek rezervlerini tüketmiş değil, kendinden emin ve cesur bir halde. Ileriye dönük kararlı bir adımla hükümeti düşürebilir.
Hangi yol direnişi ileriye taşır?
Hareketlerin doğası şimdiye kadar kendiliğinden oluştu, zaten başka türlü bu derece gelişemezdi. Sadece 50 kişilik küçük bir protesto son derece hızlı bir şekilde milyonları içeren bir halk dayanışması haline geldi. Ayrıca toplumun farklı ulusal gruplarını ve bir çok azınlık grubu birleştirdi. Protestolar gücünü buradan alıyor.
Bu halk dayanışmasını ileriye taşımak içi, bu seviyede devam etmesi pek iyi olmaz. Dün ülke genelinde genel bir greve ihtiyaç olunduğu derin bir tartışma konusuydu. Yapılacak bu grev, hareketin yolunu gerçekten açacak bir yöntem olacaktır. Ülkenin neredeyse her yerinde kısa sürede zaten çok büyük gösteriler oldu. İnsanlar çevik kuvvet polisine karşı zorlu mücadeleler verdiler, fakat yılmadılar ve ezilmediler. Ancak hükümet daha henüz düşmüş değil.
Bu dayanışmaya, organize bir güç olarak işçi sınıfının girmesi, dengeyi tamamen değiştirebilir. Bir genel grev yapılması şarttır . Kamu sektörü çalışanları sendikası KESK, planladıkları ulusal grev tarihlerini 4 ve 5 Haziran’a kadar uzattı.DİSK sendika konfederasyonu liderleri Taksim Meydanı'nda mevcutlardı ve genel sekreterleri protestoculara yönelik konuştu. DİSK durumu görüşmek üzere yarın 12 - 14 arası iş durdurma çağrısında bulundu. Ayrıca genel grev konusunu tartışmak için ulusal bir yönetici toplantısı planlıyor.
Bugün, DİSK ve KESK birlikte 5 Haziran tarihinde kamu işçileri grevi ile örtüşen bir genel grev olması için görüştüler. Bazı raporlara göre, İstanbul Eğitim Sendikası n.6, üniversiteler ve kolejlerde grevler düzenliyorlar, bugün ve yarın için grev çağrısı yayınladılar. Ankara'da hastane çalışanları da greve girdiklerini bildirdi.
Türkiye güçlü bir işçi sınıfına sahip, kırsal bölgelerden büyük bir göçmen akını ile son 20 ya da 30 yıl içinde oldukça güçlenmiştir. Bir çok alanda geri kalmış bir ülke olsada, aynı zamanda Türkiye bir çok modern endüstriyel işçi sınıfına da sahiptir.
Genel bir grev çağrısı söz konusu olduğunda, halk hareketlenmesine demokratik ve organize bir karakter vermek için, fabrikalarda, işyerlerinde ve işçi sınıfı mahallelerde eylem komitelerinin kurulması şarttır. Bu komiteler seçilmiş temsilciler aracılığıyla, yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde koordine edilebilir.
Ülkede işçi sınıfı köklü bir devrimci liderlik olsaydı eğer, Türkiye'de devrimin kapitalizmi yıkmasının arifesinde olacaktır.