Mel Gibson’un olay yaratan filmi İsa’nın Çilesi, gösterime girmesiyle birlikte gişeleri altüst etti. Gösterimdeki ilk haftasında sadece ABD’de 76,2 milyon dolar hasılat topladı. İsa’nın öldürülmesiyle sona eren, çile dolu son saatlerinin tüyler ürpertici ve canlı bir portresinin çizildiği bu Hollywood efsanesi üç aşağı beş yukarı İncil’e sadık kalıyor ve dolayısıyla İsa’nın çarmıha gerilmesinin suçunu Yahudilerin boynuna yüklüyor. Mel Gibson’un niyetinin bu olduğu açık, zira sofu bir Katolik ve Hıristiyan köktendinci olmakla övündüğü biliniyor. Gibson İncillerde anlatılanlara üç aşağı beş yukarı sadık kalıyor diyoruz, çünkü Gibson aslında Çile’nin anlatımında kendi versiyonunu geliştirirken epeyce “serbest” davranıyor.
Filmde özellikle Romalı askerlerce İsa’ya uygulanan dayanılmaz şiddet sahneleri nefes kesici. Ortalığı kan gölüne çeviren her kamçı darbesiyle insan irkiliyor. Deriyi parça parça eden her kırbaç sahnesinde insan korkuyla geri çekiliyor. Çarmıha gerilme, hazırlanışı ve gerilişi sahnesinde dehşet tavana vuruyor. Film boyunca Aramice ve Latince kullanılıyor oluşu da filmin canlı imgelerinin gerçekliğine dramatik bir katkıda bulunuyor. Elbette, tüm Romalı askerlerin Latince konuştuğunu söylemek zor, hele bir de o yöre söz konusu olduğunda. Konuştukları dilin Yunanca olması daha muhtemel. Üstelik İsa’nın Vali Pontius Pilatus ile Latince konuşmuş olması daha da düşük bir olasılık. Kullandığı dil Aramice olmuş olsa gerek.
Belirttiğimiz üzere, Gibson sofu bir Katolik. Şimdiki Papa’yı (laf arasında belirtelim, kendisi tarihin gördüğü en gerici papalardandır!) “Kuran dostu” bir komplocu olarak niteleyen babasından etkilendiği muhakkak. Babası, soykırım esnasında 6 milyon Yahudinin Nazilerce katledildiği gerçeğini bile reddeden birisi. Anlaşılan, özellikle Polonya’da yaşayan milyonlarca Yahudi sadece “göç” etmişti! Bu yüzden, Yahudilere suç atmanın onun Yahudi-karşıtı eğitiminin bir parçası olduğu açık. Bu nedenle Gibson’un bize sunduğu “Çile” versiyonu hiç de şaşırtıcı gelmiyor.
Birçok dini-bütün Katolik, bu adamın zamanında “onlar için neler neler yaptığını” görüp, sinemalardan “imana gelerek” çıktı. Birçoğu yaklaşık iki bin yıl önce vuku bulduğu iddia edilen bu olayların Gibson versiyonunu kabulleniyordur. Hıristiyanlığın gerçekte ne olduğu sorusunu daha sonra ele alacağız (Kautsky Hıristiyanlığın Temelleri adlı kitabında İsa’nın bir vakitler hakikaten yaşayıp yaşamadığı sorusuna uzun uzadıya değiniyor) fakat buna geçmeden önce İncillerin gerçekte ne anlattığını hatırlatmakta fayda var.
Tüm Çile hikâyesi, Getsemani bahçesinden gerçek çarmıha gerilme sahnesine kadar iki sayfada anlatılır. İsa’nın kırbaçlanmasına sadece geçerken, o da birkaç kelimeyle değinilir. Birkaç satır da ölüme götürülüş anına ayrılır, o kadar. Üç İncil’e göre (Matta, Markos ve Luka) İsa haçı hiç taşımadı. Onun yerine Kireneli Şimon (Simun) taşımıştı. Yalnızca Aziz Yuhanna’nın İncil’i, İsa’nın “kendi haçını taşıyarak” gittiğini söyler. İncillerden hiçbiri İsa’nın düştüğünden bahsetmez, bir kez bile! Filmdeyse İsa yaklaşık on kez düşüp, yerlerde sürünüyor! Gibson’un versiyonuna göre, Şeytan İsa’yı yürüyüşü boyunca takip ediyor, fakat İncillerde şeytan hiç yok. Ayrıca, İncillere göre Meryem yalnızca sonda, gerçek çarmıha gerilme anında görünür, fakat Gibson’un hikâyesinde o da yol boyu İsa’yı takip ediyor.
Öyleyse Gibson bu hikâyesini nereden bulup çıkartıyor? Gibson tüm hikâyesini Alman mistik Anna Katharina Emmerick’in (1774-1824) sanrılarına dayandırmaktadır. Emmerick’in sanrılarında şeytan mevcut. Fakat Gibson bu mistiğin sanrılarının bile ötesine geçiyor. Emmerick’in sanrılarına göre, melekler İsa’ya haçı taşımasında yardımcı oluyor. Gibson bunu görmezden geliyor. O halde Gibson’un yaptığı şey, Çile’nin gerçekleştiğinin varsayıldığı yıldan 1800 yıl sonra yaşamış bir kadının hikâyesini alıp daha da süslemekten ibaret. O, İsa’nın çektiği ıstırabı İncillerde anlatıldığından binlerce kez feci hale getirmektedir.
Tüm bunların amacı gayet açık. Film, bütün günahlarımızı temizlemek için yeryüzüne gelen, “bizim için” canını veren bu “Tanrının oğlu”nun korkunç ıstırabı hakkındaki Katolik miti kullanıyor. İşin aslı, kökü çok önceye dayanan ve gerçekte olanların çarpıtılması ve yeniden yazılması üzerine kurulu uzun geleneği takip ediyor. Gibson, İsa’nın ölümünden birkaç yüzyıl sonra yaşamış olsaydı, hikâyeye sonradan eklemelerin ve çarpıtmaların yapıldığı manastırlardan birinde çalışıyor olurdu!
Gibson’un Yahudi topluluğundan gelen protestolara binaen verdiği bir taviz var. Matta 27, 25’te İsa’nın kanı için bağrışan Yahudilerin “Onun kanı bizim ve çocuklarımızın üzerinde olsun!” dedikleri varsayılıyor. Niye böyle bir şey söylesinler, anlayan beri gelsin. Aslında, bu kısım metne sonradan yerleştirilmiştir. Yahudilerin ne kadar kötü olduğunu vurgulamak ve sonraki kuşaklarının bile İsa’nın öldürülmesi suçunu taşıdığını göstermek amacını gütmektedir. Bugünün Yahudi karşıtlarının eline verilen iyi bir koz hakikaten! Filmde bu sözcükler Aramice söyleniyor ancak İngilizce altyazılarda çevrilmiyor. Gelgelelim, Gibson’un gözünde Yahudilerin suçu ayan beyan ortada.
İncillerin bu Gibson yorumuna karşın filmde güçlü bir betimleme var. Filmde resmedilen kişi korkunç acı çekiyor. Yalnız, tüm bunlara rağmen bu filmden Hıristiyanlığın ilk dönemlerine ilişkin bir şey öğrenmek mümkün değil. Film sadece İncillerin abartılı bir versiyonu değil; o sırada Yahudi toplumunda ve bir bütün olarak Roma İmparatorluğunda ne olup bittiğini de atlıyor. Ve Hıristiyanlığın ulaştığı bu güçlü konuma nasıl ve neden geldiğini de açıklamaktan aciz. Milyonların dünyayı sarsan bu hareketinin arkasında yatan toplumsal kuvvetler ortada yok. Film nasıllar ve nedenlerden tümüyle yoksun ve her şeyi tek bir adamın ıstırabına indirgiyor. Evangelist tayfanın anlatageldiği İsa’nın aldatılması, çarmıha gerilmesi ve dirilişi hikâyesinin –ki çoğu yalan– bir karbon kopyasından ibaret.
Hıristiyanlık insanlık tarihindeki en güçlü hareketlerden birini oluşturmuştur. Bir adamın, İsa Mesih’in devrimci öğretilerine dayandığı farz olunur ve farklı sınıflı toplumlara ve çıkarlara uyum sağlayarak 2000 yıldan fazla zamandır ayakta kalmayı başarmıştır.
Bugün, o devirle ilgili bilgilerimiz derinleşmiş olsa da, kişi olarak İsa bilmecesinin çözümüne bir adım bile yaklaşabilmiş değiliz. Hıristiyanlığın imparator Tiberius döneminde, Roma İmparatorluğu zamanında var olduğu kesin olsa da, Nasıralı İsa’nın var olup olmadığı hakkında çok az değerli kanıt mevcut. Çarpıcı başarılara imza attığı iddialarına rağmen, inanması güç ama ondan bahseden tek bir çağdaşı yok. Hıristiyan geleneğine göre, İsa öldüğü zaman dünya üç saat boyunca karanlıkta kaldı. Fakat Doğal Tarih adlı kitabında tutulmalara özel bir bölüm ayıran yaşlı Plinius, zamanında gerçekleştiği varsayılan bu olaydan hiç bahsetmemektedir.
Aslında, devrin İsa’ya ilişkin Hıristiyan-olmayan yegâne kaynakları olan Yahudi tarihçi Flavius Josephus ile ikisi de Romalı olan Tacitus ve Plinius, ya sonraki Hıristiyan bilginler tarafından uydurulduğu malum olan sahtekârlık örnekleridir ya da İsa’nın çalışmaları veya doktrini hakkında tek söz etmezler. Josephus’un anlattığı saçmalıklar o kadar çoktur ki, İsa Mesih etrafında dönen sansasyondan bahsedilmemesi mümkün değildir.
Hıristiyan kaynaklara gelince, pek çoklar, fakat tarihsel doğruluk açısından güvenilir olduklarını söyleyemeyiz. Kautsky yaklaşık 100 yıl önce yazdığı Hıristiyanlığın Temelleri adlı harikulâde kitabında ilk Hıristiyan yazılarını materyalist bir bakış açısından süzgeçten geçirir.
“Şurası kesindir ki, ilk Hıristiyan yazılarından hemen hemen hiçbiri adını taşıdıkları yazarlarca yazılmamıştır; çoğunluğu verilen tarihlerden daha sonra yazılmıştır; özgün metinler çoğunlukla sonraki düzeltmeler ve eklemelerle en kaba biçimde çarpıtılmıştır” diye yazar Kautsky. “Sonuçta, İncillerin veya diğer ilk Hıristiyan yazılarının hiçbirinin İsa’nın bir çağdaşı tarafından yazılmadığı kesindir.”
Örneğin, en eski izahat olarak görülen Markos’un İncili, büyük olasılıkla İsa’nın ölümünden 50 yıl sonra yazılmıştır. “Böylece elimizde yarım yüzyıllık bir efsane yaratımının ürünü bulunmaktadır.”
Markos’un arkasından Luka, daha sonra Matta ve nihayet İsa’nın bahsedilen ölümünden bir yüzyıl sonra da Yuhanna gelir. Zaman olarak ne kadar ilerlersek, mucizevi hikâyeler de o derece abartılı ve fantastik hale bürünür. İncillerde hatalardan ve çelişkilerden geçilmez. Fikirler, hikâyenin belirli bir versiyonuna uydurulabilmek adına çarpıtılır. Meselâ Luka’ya göre, Yusuf ve Meryem’in bir Roma nüfus sayımı sebebiyle Nasıra kentinden Yahudiye bölgesindeki Beytüllahim’e gitmesi gerekti. Halbuki Augustus zamanında böyle bir nüfus sayımı hiç olmamıştır. Ayrıca Yahudiye, İsa’nın doğumu diye verilen tarihten sonra bir Roma eyaleti oldu. M.S. 7’de bir nüfus sayımı yapıldı, fakat bu yerleşim olan bölgede gerçekleştirildi.
Roma’da nüfus sayımı vergi amaçlıydı. Nerede yaşadığın, ne kadar mülkün olduğu vs. bilinmek istenirdi. Yalnızca ailenin başı, yaşadığı kent veya köyde kendisini göstermek mecburiyetindeydi. Oysa Yusuf ile hamile Meryem’i yolculuk yaparken buluyoruz, çünkü Beytüllahim atalarının yaşadığı kentti. Bu, bugün yaşadığınız yerde değil de, büyük-büyük-büyükbabanızın yaşadığı yerde nüfusa kayıt yaptırmanıza benziyor! Bir diğer deyişle, Beytüllahim’e gitmek için hiçbir neden yoktu. Fakat eğer İsa, Mesih olacaksa Beytüllahim’de doğması şarttı. Eski Ahitte peygamberlerin yaptıkları kehanet buydu. Beytüllahim’e gitme hikâyesinin İsa’nın Mesih olduğunu kanıtlamak için sonradan yazıldığı açıktır.
Bu nedenle, içlerinde bazı gerçek unsurlar bulunsa da İnciller müminlerin ıslah edilmesi için sonraki Hıristiyan bilginleri tarafından yazılmış ve yeniden yazılmıştır. Her düzeltme, zamanın toplumsal gereklilikleri ve Hıristiyan kilisesinin sınıflı topluma adaptasyonu uyarınca yapılmıştır. Bu süreç yirminci yüzyıldaki Stalinist Tahrifat Okulu ile benzerlikler göstermektedir.
Hıristiyanlık, Augustus’un İmparatorluk çağının başlangıcından barbar istilâlarına ve Roma İmparatorluğunun düşüşüne kadarki dört yüzyılda oluştu. Akdeniz’in fethi ve Yahudiye’nin boyunduruk altına alınması büyük bir toplumsal kargaşaya yol açmıştı. İmparatorluk egemenliği altındaki bölgeleri yağmalamış ve bu, patrisyenle pleb, varsılla yoksul arasındaki tüm toplumsal-sınıfsal çatışmaların keskinleşmesi işlevini görmüştü. Yabancı egemenliğine karşı artan bir düşmanlık söz konusuydu. İsa’nın da aralarında bulunduğu Aramice konuşan Celileliler de çoğu zaman Kudüs’teki Yahudi yetkililerle çatışma içerisindeydi. Toplumsal koşullar göz önünde bulundurulduğunda, ortalık Mesih’ten geçilmiyordu. Mevcut düzene karşı meydan okumak saikiyle devrimci çete liderleri ve peygamberler türüyordu. Bu durum, Mesihçi hareketlerde genel bir yükselişin ve alt sınıflar içerisindeki mucize arayışının bir parçasıydı.
Hıristiyanlık işte bu mezheplerden yalnızca bir tanesiydi ve kendisini toplumun en çok haksızlığa uğramış ve ezilmiş katmanlarına dayandırıyordu. Yunancada “kutsanmış” anlamına gelen İsa, İbranice “Mesih” sözcüğünün Yunanca karşılığıdır. Kudüs’teki Hıristiyan mezhep de, Yahudilerin geri kalanı gibi, Mesih’in gelişini bekliyordu. Hıristiyanlık bir ezilenler hareketiydi ve tam da bu yüzden, zenginlerden nefret ediyor, özel mülkiyeti reddediyor, ilkel komünizmi benimsiyor ve yeryüzünde böyle bir “Tanrı krallığı” kurmayı amaçlıyordu.
İlk Hıristiyan topluluklarının komünist yapısı İncil’deki Elçilerin İşleri’nde uzun uzadıya anlatılır: “Ve kendilerini elçilerin öğretisine, ortaklığa [komünizm, koinonia], ekmeği paylaşmaya ve duaya adadılar... Ve tüm inananlar bir arada bulunuyor ve her şeyi ortaklaşa kullanıyorlardı; Ve mallarını mülklerini satıyor ve bunları herkese ihtiyacına göre dağıtıyorlardı.” (2, ayet 42 f.). “İnananlar topluluğunun ruhu ve kalbi birdi: Hiç kimse sahip olduğu bir şey için «Bu benimdir» demiyor, her şeylerini ortak kabul ediyorlardı... Aralarında yokluk çeken de yoktu: zira toprak ya da ev sahibi olanlar bunları satar ve sattıklarının bedelini getirip Elçilerin emrine verirdi, ve bu da herkese ihtiyacı uyarınca dağıtılırdı.” (4, ayet 32 f.).
Sonraki bir Hıristiyan bilgini olan ve Hrisostom da denilen Aziz Yuhanna (M.S. 347-407) yukarıda anlatılan ilkel Hıristiyan komünizminin üstünlüklerinden bahseder. Buna Elçilerin İşleri üzerine on birinci vaazında değinir:
“Herkes inayete sahipti, kimse yokluktan muzdarip değildi, yani herkes o denli isteyerek veriyordu ki, hiç kimse yoksul kalmıyordu. Zira yalnızca bir parçasını verip, diğer parçasını kendilerine ayırmak yoktu; ve bunu en takdire şayan tarzda yapıyorlardı. Bağışları ne ihtiyacı olanın eline veriyorlar, ne de büyük bir lütufta bulunmuşçasına bir tavır içerisine giriyorlardı. Sadece elçilerin emrine sunuyorlar, onlar da dağıtım işini yürütüyorlardı. Böylece bir insan ihtiyacı olan şeyi, bireylerin özel mülkiyetinden değil topluluğun hazinesinden alıyordu. Bu sayede verenler de küstahlaşmıyordu.
“Bugün de böyle yapsak, hem varsılı hem yoksulu, hepimiz çok daha mutlu mesut yaşarız; ve yoksul varsıla göre bundan daha kazançlı çıkmayacaktır ... zira böylelikle verenler yoksul olmayacak ama fakiri de zengin edecek.
“İşlerin bu minvalde yürüdüğünü düşünelim. Herkes neyi varsa ortak bir fona verecek. Hiç kimsenin bu konuda endişe duyması gerekmeyecek, ne varsılı ne yoksulu. Şöyle bir tahminle kaç para toplanır dersiniz? Benim çıkardığım ―zira kesin bir rakam verilemez― herkes tüm parasını, malını, mülkünü, evlerini (kölelerden bahsetmeyeceğim, zira ilk Hıristiyanların hiç kölesi yoktu, çoğunlukla onlara özgürlüklerini veriyorlardı) katsa, bir milyon pound altın elde edilecektir ve hatta büyük olasılıkla bu miktarın iki veya üç katı. Peki şehrimizde [Konstantinopol] kaç kişinin yaşadığını söyleyin. Kaçı Hıristiyan? Yüz bine ulaşmayacak mıdır? Ve kaç tane putperest ve Yahudi var! Ne kadar altın toplanacaktır? Ve kaç tane yoksulumuz var? Elli binden fazla olduğundan şüpheliyim. Bunların günlük masrafları ne tutar? Hepsi ortak bir masada yeseler, hesap çok tutmaz. Kocaman hazinemizle bizden ne kurtulur ki! Sıfırı tüketeceğimizi hiç aklınız alıyor mu? Tanrının lütfu da bizi bin kat daha zengin yapmayacak mıdır? Bu dünyada bir cennet kurmaz mıyız? Bu plan üç veya beş bin kişi [ilk Hıristiyanlar] için kusursuz işlediyse ve hiçbiri yokluk çekmediyse, bu kadar çok kişiyle durum ne olur varın siz düşünün. Her yeni gelenin yeni bir katkıda bulunacağını da unutmayın.
“Mülkiyetin dağılması çok daha fazla masrafın ve sonuçta yokluğun nedenidir. Bir ev halkı düşünün, karı, koca ve on çocuk. Kadın örgü örsün, erkek de ekmeğini çıkarmak için pazara gitsin; tek bir evde yaşarlarsa mı daha çok şeye ihtiyaç duyarlar yoksa ayrı ayrı mı? Elbette ayrı ayrı yaşadıkları zaman. Eğer on çocuk da kendi yoluna giderse, on eve, on masaya, on hizmetçiye ve her şeyden on taneye ihtiyaç duyacaklardır. Köle yığınları nasıl beceriyor? Tek bir masada yemiyorlar mı para artırabilmek için? Dağılma çoğunlukla israfa yol açar, bir araya gelmekse ekonomiktir. Şimdi insanlar manastırlarda böyle yaşıyor ve zamanında müminler de böyle yaşamıştı. Kim açlıktan öldü? Kim hayatından tamamen memnun değildi? Gelgelelim insanlar bu şekil bir hayattan dipsiz bir çukura düşmekten daha çok korkuyor. Halbuki, ben derim ki, keşke bir denesek de görsek! Sonuçta ne büyük bir saadet olurdu! Zira o zaman, o kadar az mümin, yalnızca üç beş bin mümin varken, bütün dünya bize düşmanken ve hiçbir yerde rahat yokken, seleflerimiz bunda o denli kararlı olduysa; Tanrının inayetiyle her yerde müminlerin olduğu bugün, güvenimiz ne de çok olmalı! Kim kâfir kalacaktır? İnanıyorum ki hiç kimse. Herkes bize gelecektir ve dost olacaktır.”
Bu satırlar, Hıristiyan topluluklarının eski “komünizm”i uzak bir hatıra haline geldiğinde yazılmıştı ve Hıristiyanlık devletin onaylı dini olma yoluna girmişti.
Kautsky’nin de değindiği gibi, eski Hıristiyanlıkta sorun, onun üretim komünizmi değil de “tüketim komünizmi” olmasındaydı. Tüm zenginliği ortak tüketiyorlardı, fakat toplumun maddi ihtiyaçlarının üretilebileceği komünist bir ekonomiye sahip değillerdi. Böylece ne zaman zengin bir Romalı Hıristiyanlığı kabul etse servetini de beraberinde getirmesi gerekiyordu. Eski Hıristiyan topluluklarının çürümesinin temelleri burada yatar. Dinlerini zenginlerin ihtiyaçlarına uyarlamaya itilmişlerdir. Sonradan da göreceğimiz üzere, bununla koşut giden bir süreç de İsa’nın hikâyesinin yeniden yazılmasıydı. Romalılar tarafından çarmıha gerilen bir anti-emperyalist olmaktan çıkarılıp, hikâyenin değiştirilmesi gerekiyordu. Romalılar artık İsa’nın ölümünden suçlanmaz oldu. Artık İsa’yı öldürenler nefret edilen Yahudilerdi. Dine kazanılan zengin Romalılar için çok daha kabul edilebilir bir versiyon. Matta’nın cümlesi de (27, 25) şüphesiz bu zamanda iliştirilmişti hikâyeye.
Hirodes tarafından yeniden inşa edilen Kudüs’teki Yehova Tapınağı Yahudiler için saptanmış bir ibadet yeriydi. Bu Tapınak yalnızca bir kilise değildi; aynı zamanda büyük çapta ürünün, altının ve gümüşün saklandığı büyük depolara da sahipti. Tefeciler günlük işlerini burada çekip çeviriyordu. Çürümüş Tapınak hiyerarşisini oluşturan Sadukiler ile halkın çoğunluğunun başını çeken Ferisiler arasındaki mücadelenin merkezi burası olmuştu. Sadukiler papaz soyluluğunu temsil ediyordu. Tapınağın egemenliği ellerindeydi ve vergileri onlar topluyordu. Papazlık, serveti arttıkça, kendisini halk kitlelerinin üstüne yerleştirdi. Ancak Ferisiler de sınıfsal olarak bölündü: varsıllar ve yoksullar. Daha varlıklı olan Ferisiler, ılımlı ve daha ürkek tarafı oluşturuyordu. Aşırı solda olanlarsa Milenyumcu (Binyılcı) mezhepler, bilhassa da Zealotlar ve kendilerini Kudüs ve Celile’nin mülksüzlerine dayandıran komünizan bir tarikat olan Essenlilerdi.
Bu dönem boyunca, Roma yönetimine karşı bir dizi ayaklanma vahşice bastırıldı. Liderlerin kendilerini Yahudilerin Kralı, yani Mesih diye nitelendirmesi tesadüf değil. İsa’nın çarmıha gerilmesi, eğer tarihselse, devrimci kitle, kilise hiyerarşisi ve Roma yetkililerinin atadığı kişiler arasındaki mücadelelerin bir yan-ürünüydü; M.S. 73 yılına gelindiğinde Romalılar Tapınağı yıkmıştı; bugün tek ayakta kalan kısmı Batı Duvarıdır.
Yahudiler Akdeniz çevresine yayılmıştı ve birçoğu Helenleşmişti. Eğitimli sınıfların kullandığı dil Yunanca iken, İskenderiye Yahudi entelektüel yaşantısının önemli bir merkeziydi. Yine de Yahudiye ve Kudüs, Yahudi ulusunun kalbi ve Museviliğin başkenti olarak kaldı. Roma’ya karşı biriken öfkenin merkezi burası oldu.
1947’de, Kumran’da bir mağarada Hıristiyanlığın ilk dönemlerine ışık tutan Ölü Deniz Elyazmalarının ilki bulundu. Başlangıçta Katolik Kilisesi bunları İsa’nın varlığına dair kanıt saydı, ama rüya çabuk bitti. Sonuçta Elyazmaları kilit altına alındı ve Vatikan bunları ancak 1991’de ifşa etti. Bunlar bulunana dek, İsa’nın doğumunu önceleyen iki yüzyıla ilişkin birkaç papirüs parçası ya vardı ya yoktu. Bunlar, M.Ö. 250 yılında Kumran yakınlarında yaşamış, devrimci komünist bir doktrine ve gün sayan çileci bir dindarlığa dayanan Essen mezhebinin belgeleriydi. Essenliler eski Hıristiyanlığın öncellerinden veya köklerinden biriydi, İsa’nın doğumundan yaklaşık 250 yıl önce hem de! Elyazmaları, Karl Kautsky’nin bu keşiften yaklaşık 50 yıl önce yapmış olduğu çözümlemeleri onaylıyordu.
“Elyazmaları Kutsal Kitabın nüshalarıydı. Bilinen en erken 500 yıllık İbrani nüshaları” diye açıklıyor, bunlar üzerinde uzman olan Justin Cartwright. “Ayrıca pesharim veya Kutsal Kitap tefsirleri, topluluğun kuralları, kabul edilme yasaları, tapınma ve ilahi emirleri, saklı definelere (muhtemelen) alegorik bir rehber ve ışığın çocuklarıyla karanlığın çocukları arasındaki savaşın bir izahatı bulunmaktadır. 50 bin parça var ve çoğu Yeni Ahit boyunca yankılanan ifadeler içermektedir. Bu da bunların eski Hıristiyan elyazmaları olduğu ve mezhep lideri olan «Doğruluk Öğreticisi»nin İsa olduğu söylentilerine yol açmaktadır.”
Diğer bir deyişle, Belgeler, 300 yıldan daha uzun bir süre sonra yazılan Yeni Ahit’te yer alanlara benzer düşünceleri ve hikâyeleri ya da dilerseniz bunların daha erken versiyonlarını içermektedir. İzlerini Belgelerde gördüğümüz İncillerin temeli, İsa’nın varsayılan doğumundan 250 yıl öncesine dayanmaktadır.
Essenliler mezhebinin kronolojisi Plinius, Philon ve Josephus tarafından çıkarılmıştı. Tapınağın yıkılmasından birkaç yıl sonra yazan Josephus, bunların alışkanlıklarını ayrıntılı olarak anlatır. Ölü Deniz Elyazmalarındaki topluluk kuralları Josephus’un tarif ettikleriyle örtüşmektedir. Essenliler ortaya çıkmış ve Museviliğin tüm bir kolu bölünmüştü. Plinius, Essen yerleşim yerini tarif etmiştir (ve Ölü Deniz’in nahoş kokusundan bahseder). Josephus da Kumran’ı mezhebin devrimci merkezi için baş aday olarak gösterir. Burada mürekkep hokkaları bulunmuş ve kazılarda muhtemelen bir kütüphane ve bir yemekhane olan odalara rastlanmıştır. Hemen yakınlarda, civardaki mağaralarda deri atölyeleri bulunmuştur.
Gerçek şu ki Essenliler yalnız değildi. Essenliler de dahil olmak üzere birkaç Yahudi mezhebi vardı. Hıristiyanlık başlangıçta kendisini haklı göstermek için kutsal yazılara dönen, Mesih arayan ve yeryüzünde daha iyi bir düzen temennisindeki bir Yahudi mezhebinden başka bir şey değildi. Bu ilk Hıristiyan mezheplerinin devrimci duruşu Yeni Ahit’e dek uzanan bir şerit olarak görünmektedir, fakat sonraki düzeltmelerle çarpıtılmış ve gizlenmiştir.
İlk Hıristiyanların özgün sınıf kini Luka’nın Dağdaki Vaazının önceki versiyonunda ortaya serilmektedir: “Ne mutlu fakir olanlara: çünkü Tanrının krallığı onlarındır. Ne mutlu şimdi açlık çekenlere! Çünkü doyurulacaklar. Ne mutlu şimdi ağlayanlara: çünkü güleceksiniz... Ama vay oldu zenginin haline! Çünkü siz yükünüzü çoktan aldınız. Vay oldu tokların haline! Çünkü aç kalacaksınız. Vay oldu şimdi gülenin haline! Çünkü ağlayıp karalar bağlayacaksınız.” Bir de bunu revizyonist Matta’nın daha sonraki versiyonuyla karşılaştırın. İsa’ya şunları söyletiyor: “Ne mutlu ruhen fakir olanlara: Çünkü göklerin krallığı onlarındır... Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara: çünkü onlar doyurulacaklar.”
Matta’da “ruhen” fakir olanlara (tüm toplumsal sınıfları sarmalayan bir kavram) ne mutlu denmekte. Kilise daha saygın bir konuma erişmiş ve köleliğe ayak uydurmuştu ve daha önceki sınıf savaşı dilini artık terk etmek istiyordu. Kilise Hıristiyanlığı proleter kökenlerinden koparmak istiyordu.
Luka’nın İncilinde ilk dönem mesajı açıkça görülmektedir, özellikle de Lazar’ın hikâyesinde zenginler zengin oldukları için lanetlenmektedir. İsa burada şunu söylüyor: “Zenginlerin Tanrının krallığına girmeleri ne kadar zor! Nitekim devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrının krallığına girmesinden daha kolaydır.” (18, ayet 24f.)
Aynısı Yakup’un mektubu için de geçerlidir. “Artık geçmiş ola ey zenginler, başınıza gelecek felâketlere feryat edip ağlayın. Servetiniz çürümüş, giysilerinizi güve yemiş. Altınlarınız, gümüşleriniz pas tutmuş: ve onların pası sizin aleyhinizde tanıklık edecek, etinizi ateş gibi yiyecek. Bu son çağda servetinize servet kattınız. İşte, ekinlerinizi biçen işçilerin haksızca alıkoyduğunuz ücretleri size karşı haykırıyor: orakçıların feryadı her şeye kadir Efendimizin kulağına erişti. Yeryüzünde zevk-ü sefa içinde yaşadınız. Boğazlanacağınız gün için kendinizi besiye çektiniz. Size karşı koymayan dürüst kişileri yargılayıp öldürdünüz. Öyleyse kardeşler, Efendimiz gelene dek sabredin.” (5, ayet 1 f.)
Mel Gibson’un İsa’nın Çilesi filmi İncil’deki hikâyeleri içini fazla kurcalamaksızın pazarlıyor. Oysa bunlar çelişkilerle dolu.
İsa’nın, Yahudilerin kralı unvanıyla, yani Yahudi bağımsızlığının savunucusu ve Roma egemenliğine düşman Yahudi bir Mesih olarak Romalılar tarafından çarmıha gerildiğini anlatan hikâyenin özgün şekli, hakim konuma gelecek güçlerin gözüne girmeye hevesli sonraki Hıristiyan din bilginlerine bazı zorluklar çıkartmıştı. Birincisi, o zamana gelindiğinde Hıristiyanlık Yahudilikle çatışmaya başlamıştı. İkincisi, Hıristiyan kilisesi Roma iktidarıyla iyi geçinmek istiyordu. “Zorluk”, çarmıha gerilmenin vebalini Yahudilere yükleyerek aşıldı ve Roma nefreti tamamıyla devre dışı kaldı. Böylece yeni ortodoksluğu tatmin etmek için Çile yeniden yazıldı.
Kautsky kitabının “İsa’nın Çilesinin Hikâyesi” adlı bölümünde bu tahrifatları yerle bir ediyor:
“Çile hikâyesi İsa’nın Kudüs’e girmesiyle başlar. Bu bir kralın utkulu geçit törenidir. Halk onu karşılamaya gelir, bazıları üstündekileri çıkartıp yoluna serer, diğerleri geçtiği yerlere saçmak için ağaç dalları keser ve hepsi pür neşe içindedir:
“«Hozana [yardım et bize]; Tanrının adıyla gelene övgüler olsun: Tanrı adına gelen atamız Davut’un krallığı kutlu olsun.» (Markos 11, ayet 9 f.).
“İşte krallar Yahudiler arasında böyle kabul görüyordu. (II Krallar 9, ayet 13’teki Yehu ile karşılaştırın)
“Tüm sıradan insanlar İsa’yı takip ediyor; yalnızca aristokrasi ve burjuvazi, «başrahipler ve yazıcılar» ona düşman. İsa diktatör gibi davranıyor. Hiçbir direnişle karşılaşmadan satıcıları ve tefecileri tapınaktan defedecek kadar güçlü. Bu Musevilik kalesinde tek güç o.
“Elbette bu, İncil yazarlarının laf ola beri gele konuşmalarından ibaret. Eğer İsa bir anlığına bile olsa böyle bir güce sahip olsaydı kesinlikle bilinirdi. Josephus gibi en sudan ayrıntıları bile aktaran bir yazar ona değinmek mecburiyetinde kalırdı. Üstelik Kudüs’teki Zealotlar gibi proleter unsurlar hiçbir zaman şehre rakipsiz hükmedecek denli güçlü olmadılar. Sürekli direnişle karşılaşıyorlardı. Eğer İsa, Sadukilere ve Ferisilere rağmen şehre girmeye ve tapınağı boşaltmaya niyetlenseydi, önce bir sokak çatışması kazanması gerekecekti. Çeşitli Musevi grupları arasındaki sokak savaşı, o dönemin Kudüs’ünde her gün gerçekleşen olaylardı.
“İsa’nın girişini anlatan bölümün dikkate değer bir yönü de, hikâyede halk tarafından onun «atamız Davut’un krallığı»nı getiren kişi, yani Yahudi krallığının bağımsızlığının tekrardan kurucusu olarak selamlanıyor oluşudur. Bu İsa’yı sadece egemen Musevi sınıfların değil, aynı zamanda Romalıların da muarızı olarak gösteriyor. Bu karşı çıkışta açıktır ki Hıristiyan tasavvuru değil, Yahudi gerçekliği söz konusudur.
“İnciller şimdi bizim zaten değindiğimiz olayları aktarmaktadır: öğrencilerine silahlanmaları çağrısı, Yahuda’nın ihaneti, Zeytin Dağındaki silahlı çatışma. Bunların eski geleneğin kalıntıları olduğunu, daha sonradan kabul edilebilir olmadığını ve barışsever bir itaat havası vermek amacıyla üzerine ince bir cilâ çekildiğini görmüştük.
İsa alınıp başrahibin sarayına çıkartılır ve orada sorgulanır:
“«Başrahipler ve kurulun tüm üyeleri İsa’yı ölüm cezasına çarptırmak için tanık arıyorlar ama bulamıyorlardı. Birçok kişi ona karşı yalancı tanıklık etti, ancak tanıklıkları birbirini tutmadı. ... Sonra başrahip topluluğun ortasında ayağa kalkıp İsa’ya sordu: Sen hiç yanıt vermeyecek misin? Nedir bunların sana karşı ettiği tanıklıklar? Fakat o sustu ve hiç cevap vermedi. O zaman başrahip yine sordu: Mübareğin Oğlu Mesih sen misin? İsa da dedi: Benim ve sizler insanoğlunun Kudretlinin sağında oturduğunu ve göğün bulutlarıyla geldiğini göreceksiniz. Bunun üzerine başrahip giysilerini yırtarak, artık tanıklara ne hacet dedi. Küfrü işittiniz. Buna ne diyorsunuz? Hepsi İsa’nın ölüm cezasına çarptırılmasına hükmetti.» (Markos 14, ayet 55 f.).
“Gerçekten de ilginç bir yargılama yöntemi! Mahkeme, gecenin bir yarısı, tutsağın yakalanmasından hemen sonra ve de Tapınak tepesindeki mahkeme binasında değil de başrahibin sarayında toplanıyor! Almanya’da vatana ihanetten yargılanan birinin duruşmasının Berlin’deki kraliyet sarayında yapıldığına dair haberin ne kadar inandırıcı olacağını düşünün! Yalancı tanıklar İsa’nın aleyhinde tanıklık ediyor ve kimsenin onları sorguya çekmemesine ve İsa’nın suçlamalar karşısında sessiz kalmasına rağmen, onu suçlu çıkaracak hiçbir kanıt sunamıyorlar. İsa’yı suçlayan ilk kişi, Mesih olduğunu kabul eden İsa’nın ta kendisi. Madem bu itiraf İsa’yı mahkûm etmeye yetiyordu, bütün bu yalancı tanıklıklara ne gerek vardı? Tek amaç Yahudilerin habisliğini göstermek, başka bir şey değil. Hemen ölüm kararı veriliyor. Bu, o dönemin Yahudilerinin titizlikle riayet ettiği kuralların ihlali anlamına geliyor. Mahkemenin o anda sadece beraat kararı verme yetkisi vardı; suçlu kararı verilmesi için duruşmadan sonraki güne kadar beklenmesi gerekiyordu.
“Sanhedrin o sırada ölüm cezası verme yetkisine sahip miydi? Talmud’a göre: «Tapınağın yıkılmasından kırk yıl önce yaşam ve ölüm bahşetme yetkisi İsrail’den alınmıştı.»
“Bunun kanıtı da Sanhedrin’in İsa’yı cezalandırmaması, fakat duruşmanın ardından, bu kez yeni bir duruşma için Pilatus’a devretmesidir. Bu kez, Romalılara karşı ihanet suçlamasıyla, kendisini Yahudilerin kralı yapmaya, yani Yahudiye’yi Roma boyunduruğundan kurtarmaya çalışmaktan yargılanacaktı. Yahudi yurtseverlerinden oluşan bir mahkeme için çok hoş bir suçlama!
“Sanhedrin ölüm cezası verme hakkına sahip olmuş olabilir, fakat bu tür hükümlerin imparatorun yereldeki vekili tarafından onaylanması gerekiyordu.
“Peki Roma valisinin önünde neler olup bitiyor?
“«Ve Pilatus ona sordu: Sen Yahudilerin Kralı mısın? İsa, söylediğin gibidir yanıtını verdi. Başrahipler ona karşı birçok suçlamada bulundular: fakat o cevap vermedi. Ve Pilatus ona yeniden sordu: Sen hiç cevap vermeyecek misin? Bak, seni ne çok şeyle suçluyorlar. Fakat İsa artık cevap vermiyordu. Pilatus buna şaştı kaldı. Pilatus, her bayramda kendisinden istedikleri bir tutukluyu salıverirdi. O sırada, ayaklanma sırasında adam öldürmüş isyancılar arasında Barabbas adında bir tutuklu da vardı. Halk Pilatus’a gelip her zamanki gibi kendileri için birini salıvermesini istedi. Pilatus onlara cevap verip dedi: Sizin için Yahudilerin kralını salıvermemi ister misiniz? Çünkü başrahiplerin İsa’yı kıskançlıktan ötürü kendisine teslim ettiklerini biliyordu. Ve başrahipler İsa’nın değil Barabbas’ın salıverilmesini istemeleri için halkı kışkırttılar. Pilatus, onlara tekrar seslenerek sordu: Öyleyse Yahudilerin Kralı dediğiniz adamı ne yapayım? Onlar da: Onu çarmıha ger, diye bağırdılar. Ve Pilatus onlara dedi ki: Ne kötülük etti? Onlarsa daha yüksek sesle: Onu çarmıha ger, diye bağırdılar. Halkı memnun etmek isteyen Pilatus, Barabbas’ı salıverdi. İsa’yı ise kamçılattıktan sonra çarmıha gerilmek üzere askerlere teslim etti.» (Markos 15, 2 f.)
“Matta’da Pilatus kalabalığın önünde ellerini yıkayacak denli ileri gider ve «bu dürüst adamın kanından ben sorumlu değilim; bunu siz düşünün» der. Ve bütün halk şu cevabı verir, «Onun kanı bizim ve çocuklarımızın üzerine olsun.»
“Luka, Sanhedrin’in İsa’yı mahkûm etmesi hususunda tek kelime bile etmiyor; Pilatus’un karşısına sadece davacı olarak çıkıyorlar.
“«Sonra bütün kurul üyeleri kalkıp İsa’yı Pilatus’a götürdüler. Ve onu şöyle suçlamaya başladılar: Bu adamın ulusumuzu yoldan çıkarttığını gördük. Sezar’a vergi ödenmesine mani oluyor, kendisinin de bir Mesih, yani Kral olduğunu söylüyor. Ve Pilatus İsa’ya sordu: Sen Yahudilerin Kralı mısın? İsa, söylediğin gibidir, yanıtını verdi. O zaman Pilatus başrahiplerle halka dönüp, ben bu adamda hiç suç görmüyorum dedi. Ve onlar daha da üstelediler: Yahudiye’nin her tarafına öğretisini yayarak halkı kışkırtıyor; Celile’den başlayıp ta buraya kadar geldi.» (Luka 23, ayet 1 f.)
“Yine doğruya en çok Luka yaklaşıyor. Burada İsa, Pilatus’un karşısında doğrudan vatana ihanetten suçlanıyor ve mağrur bir cesaretle suçunu reddetmiyor. Pilatus’un Yahudilerin kralı, yani bağımsızlık savaşında liderleri olup olmadığı sorusuna, İsa «söylediğin gibidir» yanıtını veriyor. Aziz Yuhanna’nın İnciliyse, Yahudi yurtseverliğinden kalma bu anın ne denli mahcup edici olduğunu hissettiğinden İsa’ya, «Benim krallığım bu dünyada değildir: eğer benim krallığım bu dünyada olsaydı, emrimdekiler [Yahudi yetkililere teslim edilmemem için] savaşırdı» dedirtiyor. Sonuçta, en sonuncusu Yuhanna’nın İncilidir; ve Hıristiyan yazarlar özgün gerçeklerin çarpıtılmasını aklına koyup uygulamadan önce epey bir zaman geçmiştir.
“Pilatus’un önündeki mesele gayet basitti. İsyankâr İsa’nın ipini çektirerek, yalnızca Roma otoritesini temsil görevini yerine getiriyordu.
“Yahudi kitlelerinse, tersine, Roma yönetimini kati suretle reddeden ve İmparatora vergi verilmemesi çağrısında bulunan bir adama kızgın olması için hiçbir sebep yoktu. Eğer İsa bunu hakikaten yaptıysa, o dönemde Kudüs nüfusu içerisinde hakim eğilim olan Zealotlarla tamamen uyum içerisinde hareket ediyordu.
“Eğer İncillerde verilen suçlamayı gerçek kabul edersek, buradan çıkacak doğal sonuç Yahudilerin İsa’ya sempati duyması ve Pilatus’un onu mahkûm etmesi olurdu.
“Peki İnciller ne diyor? İsa’nın kendisi suçunu kabul ediyor olmasına karşın, Pilatus İsa’da suçun zerresine rastlamıyor. Vali, sanığın masum olduğunu tekrarlayıp duruyor ve, ne kötülük yapmış bu adam, diye soruyor.
“Bu kadarı bile yeter derecede ilginçken, dahası da geliyor. Pilatus, İsa’nın suçunu kabul etmiyor olmasına karşın, serbest de bırakmıyor.
“Bakın görün ki, ne hikmetse bir vekil siyasî bir davayı tek başına içinden çıkamayacağı kadar karmaşık buluyor. Ama Roma İmparatorunun resmi bir görevlisinin üstesinden gelemediği zorluğu, sanığı ne yapmak gerekir diyerek halka danışarak çözmeye çalıştığı hiç duyulmamıştır. Eğer bir haini mahkûm etmeyi kendisi istemiyorsa, Roma’daki İmparatora göndermesi gerekirdi. Örneğin, vekil Antonius Felix’in yaptığı tam da buydu (52’den 60’a). Felix, Kudüslü Zealotların başı olan ve yirmi yıl boyunca bu topraklara rahat yüzü göstermeyen gerilla şefi Eleazar’ı geçiş izni sözü vererek kandırdı, tutsak aldı ve Roma’ya gönderdi. Bununla birlikte onun pek çok takipçisini çarmıha gerdirtmekten de geri durmadı.
“Pilatus da İsa’yı Roma’ya gönderebilirdi; fakat Matta’nın ona oynattığı rol tek kelimeyle gülünç: bir Romalı hakim, İmparator Tiberius’un temsilcisi, yaşam ve ölüm ilâmı iki dudağının arasında olan bir kişi, toplanmış kalabalıktan suçlanan adamı serbest bırakmasına izin vermelerini istirham ediyor ve aldığı ret bağırışları karşısında, «peki, peki, o halde ölüme mahkum edin ama benden günah gitti!» diyor
“Tarihi Pilatus’un davranışıysa böyle değildi. I. Agrippa, Philon’a bir mektubunda Pilatus için «bükülmez ve acımasız» birisi diyor ve «rüşvet alma, şiddet fiilleri, hırsızlık, kötü davranış, suçlar, sürekli yargısız infazlar, sonu gelmez ve dayanılmaz gaddarlıklar» yüzünden ona serzenişte bulunuyor.
“Haşinliği ve insafsızlığı öyle katlanılmaz durumlara yol açıyordu ki, Roma’daki merkezî hükümetin bile gözüne battı ve geri çağrıldı (M.S. 36).
Ve proleter hain İsa’ya o derece aşırı adalet ve merhamet gösteren, ancak halka karşı budalaca zayıflığı ağır basan –ki bu sanığın şanssızlığıdır– adam buydu.
“İncil yazarları buna şaşırmayacak denli cahillerdi, fakat yine de Roma valisine çok garip bir rol biçtiklerine dair içlerine bir kuşku düşmüş olacak ki, daha inandırıcı görünmesi için bir şeyler aradılar. Bu yüzden de, Yahudilerin Pilatus’u Paskalyada bir tutukluyu serbest bıraktırmaya alışkın olduklarını ve Pilatus İsa’nın salıverilmesini önerdiğinde, aldığı cevabın, «Yok, ondansa biz katil Barabbas’ın salıverilmesini yeğleriz» olduğunu söylediler.
“Böylesi bir geleneğin İnciller hariç hiçbir yerde bilinmiyor oluşu çok garip. Valilere bağışlama hakkı tanımayan Roma yasalarına tamamen aykırı. Ve af hakkını sorumlu bir kurula değil de, şans eseri bir araya gelmiş bir kalabalığa vermekse derli toplu her yasaya aykırıdır. Bu tür yasal koşullar yalnızca ilahiyatçılar tarafından düşünmeksizin kabul edilebilir.
“Fakat bunu görmezlikten gelelim ve tesadüf eseri vekilin evinin çevresinde toplanmış bu Yahudi kalabalığın münferit bir af yetkisine sahip olduğunu varsayalım. Ortada hâlâ çözülmemiş bir sorun kalıyor: Af yetkisiyle konumuzun ne alâkası var?
“Zira İsa henüz yasal olarak mahkûm edilmemişti. Pontius Pilatus şu soruyla yüz yüze kalıyor: İsa vatana ihanetten suçlu mu, değil mi? Soruya soruyla cevap veriyor: Yetkinizi onun lehine kullanıp affetmek ister misiniz, istemez misiniz?
“Pilatus’un hükmünü vermesi lazım ve bunu yapacağına affetme yetkisine başvuruyor! Eğer İsa’yı masum buluyorsa onu serbest bırakma yetkisi yok mu?
“Şimdi yeni bir garabet durum ortaya çıkıyor. Güya Yahudilerin af hakkı var; ve bu hakkı nasıl kullanıyorlar dersiniz? Barabbas’ın salıverilmesini istemekle tatmin oluyorlar mı? Hayır, İsa’nın çarmıha gerilmesini de istiyorlar! İncil yazarlarının düşüncesine göre, birisini affetme hakkı aynı zamanda diğerini mahkûm etme hakkını da veriyor.
“Bu deli saçması adalet yönetimine aynı derecede çılgınca bir siyaset tarzı eşlik ediyor.
“İncil yazarlarının resmettiği ayaktakımı İsa’dan o denli nefret ediyor ki, onu affetmektense bir katili affetmeyi tercih ediyor; evet bir katili –bu ayaktakımı affedecek daha değerli hiçbir şey bulamadı–; ve İsa çarmıha gerilmeye götürülene dek de susmuyorlar.
“Şimdi düşünün ki, birkaç gün önce İsa’yı «Çok Yaşa!» nidalarıyla bir kral gibi karşılayan, yoluna üstünü başını seren, tek bir çatlak ses bile çıkmadan selamlayan da aynı kalabalıktı. İncillere göre, kalabalığın tam da bu bahsedilen bağlılığı yüzünden aristokratlar İsa’nın hayatına kastetmiş, fakat gündüz vakti yakalamaya cesaret edemediklerinden geceyi münasip görmüşlerdi. Ve şimdi aynı kitle, tek bir kişi bile şaşmaksızın en vahşi, en fanatik nefretle İsa’ya karşı feveran ediyor. Üstelik bu adam her Yahudi vatanseverin gözünde onu en büyük şerefe nail edecek bir suçla suçlanıyordu: Yahudi ulusunu yabancı boyunduruğundan kurtarma teşebbüsü.
Bu şaşırtıcı davranış değişikliğine yol açacak ne geçti ki? Bunu inandırıcı kılabilmek için çok güçlü bir güdü olmalıydı. Fakat İncil yazarları, suskunluklarını bozdukları nadir anlarda, ancak birkaç gülünç ifade kekeliyorlar. Hatta Luka ve Yuhanna buna da lüzum görmüyor. Markos, İsa’ya karşı «insanları başrahipler harekete geçirdi» diyor. Matta da «kalabalığı ikna ettiler» buyuruyor.
“Tüm bu ifadelerin kanıtladığı şey, Hıristiyan yazarların son politik his ve politik bilgi kırıntılarını da nasıl kötü bir biçimde kaybettikleridir.
“Bir halk kitlesi ne kadar karakter yoksunu olursa olsun, sebepsiz yere fanatik bir nefrete sürüklenmez. Sebebi aptalca da olur alçakça da, fakat mutlaka bir sebebi olmalıdır. İncil yazarlarının anlattıklarındaysa, Yahudi kalabalık, rezillikte en ahmak ve en kepaze kabadayıya taş çıkartıyor, zira en küçük bir temeli yokken daha bir gün önce tapındığı adama ateş püskürüyor. Dönemin siyasal koşullarını göz önünde bulundurduğumuzdaysa iş zaten iyice çığırından çıkıyor. Pratikte Roma İmparatorluğunun diğer tüm kesimlerinden farklı olarak Yahudi devleti, nadir rastlanan canlı bir siyasal hayata sahipti. Bütün toplumsal ve siyasal karşıtlıklar en uç noktasına dek götürülürdü. Siyasal partiler disiplinli ve iyi örgütlenmişlerdi. Zealotizm Kudüs’ün alt sınıflarını tamamen kendi yanına çekmişti ve bunlar sürekli olarak Sadukiler ve Ferisilerle şiddetli çatışma içerisindeydiler. Roma’ya da çok büyük bir nefretle bakıyorlardı. En iyi müttefikleri de isyankâr Celilelilerdi.
“Sadukiler ve Ferisiler halkın bir bölümünü İsa’ya karşı harekete geçirmeyi başarabilseydi bile, asla yüzde yüz katılımlı bir gösteri yapamazlardı; taş çatlasın şiddetli bir sokak savaşı gerçekleşirdi. Zealotların serkeş çığlıklarla Romalıların ve aristokratların üzerine değil de, fanatik bir öfkeyle Romalı kumandandan öldürülmesini istedikleri isyancı üzerine hücum etmesinden daha hayal ürünü bir düşünce olamaz.
“Hiçbir zaman daha çocuksu bir garabet hayal edilememiştir.
“Kana susamış Pilatus’u masum bir kuzucukmuş gibi lanse etmeyi ve zararsız ve barışsever Mesih’in çarmıha gerilmesinin asıl nedenini Yahudiliğin içsel tıynetsizliğine yüklemeyi başardıktan sonra, İncil yazarlarının benzini bitiyor. Yaratıcılık damarları bir an için kuruyor ve geçici olarak eski hikâye devreye giriyor. Mahkûmiyeti kesinleştikten sonra İsa alaya alınıyor, kötü muamele görüyor, ancak Yahudiler tarafından değil, daha az önce İsa’yı suçsuz ilan eden Pilatus’un askerleri tarafından. Artık askerlerine onu yalnızca çarmıha gerdirtmiyor, bilakis önce kırbaçlattırıyor ve Yahudi krallığıyla alay ettirtiyor: kafasına dikenlerden bir taç takılıyor, mor bir kaftan giydiriliyor ve sonra yüzüne vurup, suratına tükürüyorlar. Sonra da haçının üstüne şunların yazıldığı bir yafta asıyorlar: Yahudilerin Kralı İsa budur.
“Bu yaftada felâketin asıl niteliği bir kez daha açıkça ortaya seriliyor. Burada Romalılar İsa’nın azılı düşmanları konumundadır ve nefretlerinin de, alaya almalarının da temelinde vatana ihanet etmesi, Yahudi tahtına göz dikmesi, Roma boyunduruğuna karşı çıkması yatmaktadır.
“Maalesef bu basit gerçekten ağzımıza bir parmak çalıp geri çekiyorlar.
“İsa ölünce, artık görev birkaç sahne efekti yoluyla bir tanrının öldüğünü kanıtlamaktır: «İsa yüksek sesle bir kez daha bağırdı ve ruhunu teslim etti. Ve işte o anda tapınaktaki perde yukarıdan aşağıya yırtılarak ikiye bölündü. Yer sarsılıp kayalar parçalandı; ve kabirler açılıp uykuda olan birçok azizin cesetleri uykudan uyandı. Bunlar kabirlerinden çıkıp İsa’nın dirilişinden sonra kutsal kente girdiler ve birçok kişiye göründüler.» (Matta 27, ayet 50 f.)
“İncil yazarları dirilen «azizler»in Kudüs’e girişlerinde ve sonrasında ne yaptıklarını aktarmıyor. Öldüler mi kaldılar mı, paşa paşa mezarlarına geri mi döndüler, buna dair çıt yok. Her halükârda böylesi inanılmaz bir olayın, tanık olan herkes üzerinde güçlü bir etki bırakacağına ve bu insanları İsa’nın ilahiliğine ikna edeceğine şüphe yok. Fakat Yahudiler şimdi bile taviz vermiyorlar. Bu ilahi varlık önünde bir tek Romalılar eğiliyor.
“«İsa’yı bekleyen yüzbaşı ve beraberindeki askerler, depremi ve öbür olayları görünce dehşete kapıldılar, Bu gerçekten Tanrının oğluydu, dediler.» (Matta 27, ayet 54).
Ancak başrahipler ve Ferisiler tüm olan bitene karşın hâlâ İsa’nın hilekâr olduğunu ilân ediyorlar (Matta 27, ayet 63) ve onun ölüler arasından yükselmesinin, daha önce bahsettiğimiz rüşvetin −Romalı şahitlere mucizeyi bir sahtekârlık olarak damgalamaları için verilen rüşvet− ötesinde bir etkisi olmuyor.
“Böylelikle Çile öyküsünün sonunda yine aynı şeyle, dürüst Romalı askerleri Yahudi üçkâğıtçılığının ve alçaklığının aleti haline getiren Yahudi çürümüşlüğü –şeytani öfkenin karşısına en soylu ilahi bağışlayıcılığın konması– ile karşılaşıyoruz.
“Tüm hikâye boyunca, Romalılara kul köle olma ve Yahudilere karşı nefret o kadar göstere göstere ve bir yığın saçmalıkla tasvir ediliyor ki, insan bunların kafası çalışan biri üzerinde en ufak bir etkisi bile olmayacağını düşünüyor. Gelgelim hikâyenin emeline ulaşmada çok başarılı olduğunu hepimiz biliyoruz. Tanrısallığın ulvî ışığıyla aydınlatılan, ulu bir misyon üstlenmiş gururlu bir itirafçının şehit olmasıyla asillik kazanan bu hikâye, yüzyıllar boyunca çok âlicenap Hıristiyanlar arasında bile Yahudilere karşı nefret ve tiksinti uyandırmanın en etkili araçlarından biri oldu. Bu hikâye Yahudilerin insanlığın yüzkarası, insanların bir araya toplandığı her yerden uzak tutulması ve zor yoluyla kontrol altına alınması gereken doğuştan habis ve inatçı bir ırk olarak damgalanmasına yaradı.
“Fakat bu Yahudilik anlayışı Yahudilere karşı genel bir nefretin ve zulmün olduğu bir dönemde ortaya çıkmasaydı, geçerlik kazanması mümkün olmazdı.
“Bu, Yahudilerin sürgününden doğmuştur ve bu sürgünü güçlendirip devam ettirmiş ve genişletmiştir.
“İsa Mesih Efendimizin Çilesinin hikâyesi olarak sunulan şey, aslında Yahudi halkının çektiği ıstırabın kanıtlarından başka bir şey değildir.”
Bugün, Hıristiyan Kilise hiyerarşisi çoktan beri kapitalizmle öpüşüp barışmıştır. Özellikle de Katolik Kilisesi toplumda her zaman için en gerici güçleri desteklemiştir. Burjuva devrimlerine direnmiş, toprak aristokrasisinin yanında yer almıştır. Ancak kapitalizm artık oturmuş bir gerçeklik haline geldikten sonra, servetini korumanın en iyi yolunun yeni iktidarın yanında durmak olduğuna karar vermiştir.
Bugün, modern zamanların Sadukileri ve Ferisileri olan George W. Bush ve Tony Blair, Hıristiyanlığı savaş ve fetihlerinin ahlâki kılıfı olarak kullanmaktadır. Tıpkı Roma’nın Hıristiyan İmparatorlarının ve feodal toplumun mutlak monarşilerinin yaptığı gibi.
İlk Hıristiyanların komünizmi, Elçilerin İşleri’nde belirtildiği üzere çoktan toprak olmuştur. Üretim araçlarının sınırlı gelişmişlik düzeyi göz önünde bulundurulduğunda bu son kaçınılmazdı.
Artık eşitlikçi bir toplum kurma fikri dinin vecibesi değil, günümüz proletaryasının vereceği mücadelenin işidir. Kapitalizm halihazırda gerçek bir komünist toplum yaratmanın nesnel zeminini hazırlamış durumdadır. Fakat emeğimizin ürünlerinin toplumun ortak mülkiyetinde olacağı böylesi bir toplum yalnızca sosyalist bir devrim yoluyla sökün edebilir. İki bin yılı aşkın süredir görülen rüya, yirmi birinci yüzyılın dünya sosyalist toplumunda gerçekliğe dönüşecektir: Herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacı kadar ilkesi uyarınca. Birlikte mücadele ettiğimiz takdirde, çocuklarımız ve torunlarımız için sonsuza dek sürecek böylesi bir Cenneti yeryüzünde kurabiliriz!